LENİN’in, Cumhuriyetimizin kuruluşunun birinci yıl dönümünde, Gazi Mustafa Kemal’e Armağanı:
yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir devrime ışık tutan ve yol açan bir öyküdür.
Yıl 1924, aylardan Haziran, Cumhuriyetimiz kurulalı 8 ay olmuş. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal (henüz soyadı kanunu çıkmamış) ve bir avuç arkadaşı, birbiri ardına yapacakları devrimlerin ön hazırlığını yapmakla uğraşıyorlar.
Köşkten baş yaver Salih Bozok bey beni arıyor ve Gazi’nin beni derhal görmek istediğini söylüyor.
Acele ile Çankaya’ya köşke gidiyorum ve çalışma odasında masası başında oturan Gazi’nin karşısına geçiyorum. “Otur çocuk” diyor ve bana bir evrak uzatıyor. “Sesli oku çocuk!” diyor.
Evrak bir mektup. Sol üst köşesinde Fransızca yazılmış, “Sovyet ve Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Genel Sekreterliği” amblemi var. Mektubun tercümesi şöyle:
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine!
Bizler, dost ve kardeş S.S.C.B., size Cumhuriyetinizin kuruluşunun birinci yıl dönümünde bir armağan vermek, Moskova Devlet Senfoni Orkestrası ve Korosu’nu, Beethoven’in 9. Senfonisini seslendirmek üzere, günü tarafınızca belirlenecek bir tarihte, Ankara’ya yollamak istiyoruz.
Bu armağanımızı kabul ederseniz kıvanç duyacağız. Hürmetlerimle…
Vladimir İlyiç LENİN
Genel Sekreter
Bu mektubu okuyunca çok heyecanlandım ve düşünmeden "Paşam, bu fırsatı kaçırmayalım” dedim. Mustafa Kemal Paşa bir an düşündü ve “Oğlum, bu konseri nerede vereceğiz. Park’ta olmaz, kapalı konser salonumuz ‘yok’ dedi. Ben de “Paşam, müsaade ederseniz, Cebeci deki Halkevi’nin iç mekânını bu konsere uygun düzenleyelim ve konseri orada verelim” dedim. Paşa “tüm sorumluluğu üstüne alıyor musun” diye sordu. Ben de ‘evet’ deyince; Salih Bey’e döndü, "Maarif Vekilini ara, Cevat Memduh’u ona gönderelim, gerekli hazırlıklar yapılsın. 30 Ekim 1924 akşamı bu konseri Ankara’da dinlemek istediğimizi, resmi bir yazı ile Lenin' e bildirelim” dedi. Ben eteklerim zil çalarak, ama biraz da endişeli, köşkten ayrıldım.
Halkevinin taş duvarları keten örtüler ile kaplandı, orkestra ve koronun yer alacağı bir ahşap platform inşa edildi. Bir de, girişin hemen üstüne ahşaptan merdivenle çıkılan bir cumhurbaşkanlığı locası yapıldı.
Büyük bir heyecanla, konser gününü beklemeye başladık. 100 küsur kişiden oluşan bu orkestra ve koro elemanları, gruplara ayrılarak Ankaralıların evlerinde misafir edildi (çünkü kalacak otel yoktu).
Biz konser gününü beklerken, Salih Bey tekrar beni aradı ve Gazi’nin yanında konseri izleyeceğimi bana bildirdi.
Konsere, tüm yabancı elçilik mensupları, tüm bakanlar ve milletvekilleri, orkestra üyelerini misafir eden Ankaralı aileler ve bir miktar basın mensubu davetli idi.
Ben Gazi Paşa ile Cumhurbaşkanlığı locasına geçerken, tüm orkestra ve koro ayağa kalktı ve dört sesli olarak İstiklal Marşı’mız seslendirildi.
Ben Paşa’nın irkildiğini ve gözlerinin dolduğunu fark ettim. Neyse, herkes tekrar yerine oturdu ve çok başaralı bir konser dinledik.
Konserden sonra verilen resepsiyonda, Salih Bey bana uzaktan işaret etti ve ben tekrar Gazi Paşanın yanına gittim.
“Çocuk, derhal pasaportunu hazırla! Fransa’ya gidiyorsun” dedi. Ben “Paşam niçin gidiyorum” deyince, “Bak oğlum, taşıma su ile değirmen dönmez. Sen şimdi Fransa’da gerekli müzik eğitmenlerini ikna edeceksin ve onları Ankara’ya davet edeceksin. Biz burada konservatuarı kuracağız ve eğitimli müzisyenler yetiştireceğiz” dedi.
Bu öykünün sonrasını hepiniz biliyorsunuz:
Musiki Muallim Mektebi’nin konservatuara dönüştürülmesi, Riyaset-i Cumhur Orkestrasının kurulması, Opera Binası’nın açılması; orkestranın çeşitli il ve ilçelerde klasik müzik konserleri vermesi ve halkımızın yavaş yavaş kulağının bu tip müziğe uyum göstermesi.
Tabii bu ilerleme “Sivas, Sivas olalı böyle zulüm görmedi” hikâyesine rağmen muvaffak oldu.
İşte bir müzik devriminin temeli böyle atılmış oldu.
Ruslar, yemediler, içmediler, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin 10 yıllık ilerlemesini, dokümanter bir filme aldılar. Bu filmi 1934 yılında (Atatürk sağken) bize armağan ettiler.
Bu film TRT ve Genel Kurmay arşivlerinde olmalı. Bu film neden önemli? Filmde bahsedilen konserden bir bölüm de var. Umarım TRT, (artık Rusya ile dost olduğumuza göre) bu filmi bir komünizm propagandası olarak görmeyip; tarafsız bir gözle Cumhuriyet’in devrimleri nasıl gerçekleştirdiğini, ne zorluklar ve özveriler ile gerçekleştirdiğini milletimize seyrettirir.
Biz de Atatürk’ün çeşitli dil, din ve ırklara mensup, ama hepsi Anadolu insanı ve evladı olan karışık toplumdan nasıl tek bir millet, tek bir ulus yarattığını yeniden idrak ederiz.
CEVAD MEMDUH ALTAR (kimdir?)
Cevad Memduh Altar, 14 Eylül 1902’de, Hariciye memuru olan İsmail Memduh beyle İhsan hanımın ikinci çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya geldi. 1909 yılında Ayasofya’da Mekteb-i Edep adında bir ilkokulda eğitimine başlayıp daha sonra Ayasofya Merkez Rüştiyesi’ne (ortaokul) gitti.
Nişantaşı Sultanisi’nde lise öğrenimine geçtikten sonra, devam etmekte olduğu Yüksek Ticaret Okulu’nu bırakarak 19 yaşındayken yurtdışına müzik öğrenimi görmeye gitti.
1921-1927 yılları arasında, önce Viyana’da bulundu; daha sonra Leipzig Devlet Konservatuvarı’nda, Franz Liszt’in en iyi öğrencilerinden biri olan Johannes Merkel, devrin tanınmış büyük bestecilerinden Stefan Klein, ünlü müzikolog ve kompozitör Hermann Grabner ve zamanın daha başka ünlü teori hocaları ile müzik felsefesi ve müzik estetiği üzerine çalıştı. Ayrıca Leipzig’de dünyanın en eski senfoni orkestrası olan Gewandhausorchester’in ikinci Konsertmayster’i olan Hugo Hamann’ın öğrencisi olarak keman ve viyola çalıştı. Ülkesine döndükten sonra Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü’nü de bitirdi ve böylece yüksek eğitimini geniş bir perspektif içinde tamamlamış oldu.
1927 yılında yurda döndükten sonra, İstanbul’da Sanayi-i Nefise Mektebi’nde (Güzel Sanatlar Akademisi) kısa bir süre görev aldıktan sonra, önce Ankara Erkek Lisesi’nde müzik öğretmeni, sonra da Ankara’da Musiki Muallim Mektebi’nde teori öğretmeni olarak göreve başladı. 1930-35 arası Gazi Terbiye Enstitüsü’nde sanat ve müzik tarihi öğretmenliği, 1950-70 arası Ankara Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’nda sanat tarihi ve estetik öğretmenliği yaptı. 1960 yılından başlayarak emekli olduğu 1967’ye kadar da Ankara Devlet Konservatuarı’nda sanat tarihi, opera tarihi ve estetik dersleri verdi. Emekliliğinden sonra kendini yazı hayatına daha yoğun bir biçimde vererek müzikoloji alanında ülkesine önemli eserler kazandırdı. 1979 yılında İstanbul’a geri döndü; 1983-1993 yılları arasında Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda yüksek lisans düzeyinde sanat felsefesi ve müzik estetiği konularında dersler verdi.
24 Mart 1995 günü, 93 yaşındayken, aramızdan ayrıldı....
YORUMLAR