Bu sorunun cevabı bizzat Başkomutan M. Kemal Atatürk vermiştir; "Zafer, 'zafer benimdir' diyebilenindir. Başarı ise 'başaracağım' diye başlayarak sonunda 'başardım' diyebilenindir."
Bu millet başaracağım, diyerek yola çıkmış, başarmış ve 30 Ağustos 1922'de zafer benimdir, demiştir.
Tabi bu zafer öyle üç satır ile gerçekleşmedi. Bakın nasıl gerçekleşti!
"Sabah İstanbullular, Kızılay'ın çağrısına uyarak para yardımı yapmak üzere gazetelerde sıraya girdi. İleri gazetesinin dar (ufak) idarehanesine sığmayanların büyük kısmı, dışarıda kalmıştı.
Kaldırımın sonunda bir işgal devriyesi göründü. Düzenli adımlarla yaklaşmaya başladı. İşgal askerlerine, her zaman kenara çekilerek yol veren İstanbullular, bu sefer kıllarını bile kıpırdatmadılar. Devriye kolu, kalabalığın arasından geçmeyi göze alamadı, yola inerek geçip gittiler.
İçerde daha afyonu patlamamış olan huysuz idare memuru, bir deftere söylene söylene, bağış yapanın adını ve bağış miktarını yazıyordu.
'Kahveci Ali, 100 kuruş.'
'Eskici Yusuf, 50 kuruş.'
'Hallaç Asım, 75 kuruş.'
'Bakkal Ahmet, 100 kuruş.'
'Terlikçi Adem, 200 kuruş.'
Sırada, küçük, cılız bir oğlan vardı. Bir önceki bağışçının çocuğu sanan memur öfkeyle, yürüyüp yol vermesi için işaret etti. Ama çocuk yürümedi, büyük bir ciddiyetle, bütün servetini çıplak masanın üzerine bıraktı:
'Hasan, 5 kuruş.'
Suratsız idare memurunun birdenbire gözleri doldu. Ağladığını göstermemek için yüzünü, kocaman mendilinin arkasına saklayarak gürültü ile burnunu sildi."
* * *
"Yetmiş beş kağnılık bir kağnı kolu İnebolu-İkiçay'dan yola çıkmak üzere idi. Zafer Kemal 'Uğurlar olsun anam!' diye seslendi.
Kolbaşı, 'Sağ ol oğul' dedi, elindeki sopayla öküzünü dürttü. Kağnılar tekerleri inleyerek kımıldayıp yürüdüler.
Kağnıcıların hepsi kadındı. Yalnız üçüncü kağnıyı on iki yaşında bir erkek çocuk yediyordu. Kadınlardan biri hamile idi…
Yedinci kağnının yanında yürüyen sırım gibi genç kadının ayakları çıplaktı. Bazı kadınlar bebeklerini torbalayıp sırtlarına bağlamıştı.
Genç subaylardan biri içi ürpererek, 'ne mübarek kadınlar bunlar' dedi. Öyleydiler. Yavrularına yiyecek taşıyan anaç kuşlar gibi orduyu besliyorlardı. Kağnı kolu gacırdaya gacırdaya uzaklaşıp gitti."
* * *
"Birden odanın kapısı ardına kadar açıldı. Kapının çerçevesi içinde Emirdağ'ın delisi Battal belirdi.
Bağırdı: 'Selamünaleyküm!'
Kaymakam öfkelendi: 'Ulan deli, baksana çalışıyoruz. Çık dışarı!'
'Kızma beyim, biliyorum, onun için geldim. Duydum ki Kemal'in askeri çıplakmış. Allah şahidimdir üzerimdekinden başka çamaşırım yok. Çoraplarımı getirdim. Şimdi yıkadım, temizdir.'
Yaklaşıp masanın üzerine bir çift ıslak yün çorap koydu. Çarıklarını sıyırıp odanın ortasında bıraktı; 'Aha bunlarda çarıklarım. Haydi kolay gelsin!'
Çıplak ayak, huzur içinde yürüyüp çıktı. Kapıyı gümleterek kapadı. Üyelerin dilleri tutulmuştu sanki.
Kaymakam, 'Halktan kuşkulandığımız için tövbe edelim beyler. Deli Battal gibi bir garibin bile yüreği köpürdüyse, tekmil halk ayaklanacak demektir. Hızlanalım.' dedi.
* * *
Savaşın en kanlı günlerinden biriydi. Asker en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü.
İnsanın başını bir saniye siperden çıkaramayacağı bir ateş altındaydılar. Asker, teğmenine koştu hemen: Komutanın, bir koşu arkadaşımı alıp geleyim mi?
"Delirdin mi" der gibi baktı teğmen. 'Gitmeye değmez oğlum. Arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük ihtimal ölmüştür bile. Kendi hayatını da tehlikeye atma sakın!'
Ama asker o kadar ısrar etti ki, teğmen izin vermek zorunda kaldı; -Peki dene bakalım.
Asker yoğun ateş altında fırladı siperden ve mucize eseri arkadaşının yanına kadar gitti. Yaralı arkadaşını sırtladığı gibi taşıdı. Birlikte siperin içine yuvarlandılar.
Teğmen koşup yaralıya bir göz attı ve nefes nefese bir kenara yıkılmış askere döndü: -Sana hayatını tehlikeye atmaya değmez, dememiş miydim? Bu zaten ölmüş...
-Değdi komutanım, değdi! Dedi asker.
-Nasıl değdi? Arkadaşın zaten ölmüş. Görmüyor musun?
-Gene de değdi komutanım. Çünkü yanına vardığımda henüz yaşıyordu. Onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim için...
Hıçkırarak, şehit olan arkadaşının son sözlerini tekrarladı; "Geleceğini biliyordum" (Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler eserinden)
Atatürk, milletimizin yazdığı destanı şöyle özetliyordu; "Bu milletin evlatlarının fedakârlıkları, kahramanlıkları için ölçü bulunamaz."
Ruhları şad olsun…
Akın Aydın
[email protected]
YORUMLAR