Bir yazanın metniyle baş edemeyenler onun fiziki özelliklerine, ideolojisine hatta cinsel yönelimlerine bakıyor. Hepimiz birbirimize benzeceksek neden bu kadar çoğuz ki?
Dertlerin çaresi: Doğru ifade edebilmek derdi. İlk gençliğim boyunca, hâlâ genç sayılırım tabii, şimdi taşıdığım zihniyet buna dâhil olmasa da, aksayan bacağıma baka baka konuşurdum; o yokmuş gibi davranır, onu saklardım. Aynalara baktıkça kendini unutmak ve hatta vurmak isteyen Ahmet Haşim gibi... Kimse görmedi belki, ama bacağımın aksadığını bir ben unutmuyorum hiç. Bacağımın aksadığını unutsam bile arkamdan bakanların yüzlerindeki ifadeyi unutmuyorum. Biraz da bu yüzden arkama bakmam çoğu zaman, bakamam. Simsiyah bir kuğu gibi yürürüm, yavaş yavaş. Ben kimseyle yarışmam. Çünkü hızlandıkça bozuluyor her şey. Çünkü hızlanmak rekabet demek ve rekabet öldürüyor her şeyi. Kırk yıllık komşular bile yan yana esnaf olunca düşman oluyor bu yüzden birbirlerine. Çoğu yazanlar da böyle, tüccarlar da. Zaten insanlar size bakarken aslında kusurlarınıza bakarlar. Ettiğiniz sözler kusurlarınızı örtemiyorsa, vay halinize! Çünkü onlar kusurlarınızı bir albeni gibi sunmadığınızda sizden rahatsız olurlar. Hoş bunun aksi kendi kendine olduğu zamanda. Hep yarışmak isterler, siz koşmayı reddettiğinizde metninizi bırakıp yaradılışınızı taşa tutarlar.
Ötekilerden neyiniz farklı, bu sizin zayıf noktanız mı? Öyleyse en çok oraya vurmak isterler. Kendi kusurlarını örtebilmek için aslında. Bu yüzden çok eskiden çatık kaşım sanki zırhımdı. Oysa şimdilerde biri parmağının ucuyla göğsüme dokunsa kalbimde kapanmaz yaralar açılır. Sanki içinde bir kaval kemiği varmış gibi kırılınca yırtılıp açılır. Evvel zamanlarda bir el sırtımdan omzuma inse "nasılsın" diye, elim bile birden bıçağıma giderdi. O bıçak önce benim omzuma geçse bile. İnsan doğduğu anda insan olmuyor, doğuyor ve içinde varlık sahibi olduğu toplumun kalibresine göre iki farklı kişiden biri oluyor. Biri aklı başında merhamet sahibi olan, diğeriyse silahı var ordusu yok adi bir tüccar… Bu iki insan tipi de değilim ben. İnsan olmayı reddediyorum belki de. İnsan olmak bundan ibaretse… Çünkü korkuyorum, birini incitmiş geçip gitmekten yeryüzünden. Kusurlarım başımda görünmez bir taç, kusurlarım yüzümden bu korkusuzluğun içinde birini hiç yere kırarım diye titreyen bir kalp taşıyorum sadece. Çünkü çocukluğunuzda bir darbe alırsınız, yara gider izi kalır, ama o sarsıntıyı hep yaşarsınız. Bunun insanı bazen öldüremeyecek kadar az olmasına rağmen çok zehirli bir şey olduğunu biliyorum. Bunun böylece bir tekrar olduğunu düşünmezler. Tecrübe ile sabit, bildikleri halde. Sanki sadece siz eski bir evin kokusu sinmiş de üstünüze bütün hayatınız boyunca hissedersiniz, nereye gitseniz o kokuyu hep taşıyormuş gibi üstünüzde.
Şiir yazan birinin taşıdığı duygu buna benzer çoğu zaman. İçinde başka bir şey vardır, ama kalıbı hep aynıdır. Biz geçmişin geçmeyen sesine ayak uydururuz. Budur çoğumuzun şiirde tutturduğu kafiye. Ses. Geleceğimize bile şekil veren geçmişimizin içimizde bir yerde hep aynı şarkı çalıyormuş gibi tekrar eden sesidir hep. Alnını sıvazlarken en zor anında, elini yüzünden aşağıya indirirken göz kapaklarını da aşağıya indirip kısa bir süre de olsa dünya ile arasına etten ve zamandan bir karanlık perde çekenler de o sesi duyarlar, bu duyguyu bilirler. İşte onlar ya şiir yazıyordur, ya şiiri çok seviyorlardır. Hiç şiir yazmamış, hiç şiir okumamışlarsa bile emin olun şiir gibi konuşuyorlardır. Çünkü kusurları yüzünden haksızlığa uğramış olmanın utanç duyulacak bir şey olduğuna inanmışlardır. Başkalarını çiğneyip geçtiklerinde çiğnemenin ne kadar acı olduğunu bildikleri için çiğnemezler kimseyi. Böylece kendi kendileriyle konuşmaya başlamış ve o sesi bir şekilde yakalamışlardır. Çünkü dünya denen bu diyarda haksızlık edenlerin utandığı görülmemiştir. Ben her ikisini de yapıyorum, kimseye haksızlık etmemek için kendimle bile mücadele ediyorum. Kısa bacağım uzamıyor, ama uzun bacağım da kısalacak bir gün. İnsan kendinden bağışlayacak ki, "eşitlik" dediği şey gerçek olacak. Yazarken ona kendimden katıyorum, aksayan bir bacak, sızlayan bir kalp. Yoksa insan kendine bakmadan başkasını nasıl anlayacak? Bir başka şairin şiirini okuduğumdaysa onda benimle ilgili olan ne varsa ruhuma bir dayanak olsun diye, onu ondan çok zor bir hastalığa tek ilaçmış gibi çekip alıyorum.
Çünkü insan yaşarken ruhunu ayakta tutan nesnelere ve imgelere sarılıyor. Sarılmayınca bir nesneye ya da imgeye hayatta olmanın bir anlamı kalmıyor. Tıpkı körleşmeye başladıkça körlüğünü herkesten bir süre saklayan hayatının anlamını mesleğiyle dolduran, ona tutunan Beyaz Sayfa filminin gerçek kahramanı tarih öğretmeni Kacper gibi. "Kusur" diye nitelenen her şey karşısında yaşamı anlamlı kılan şeylere borçlu hayat devamlılığını. İnsan bunu çoğu zaman bir insan kaybettiğinde fark ediyor. O insanla hiçbir zaman gerçeklik düzleminde temas etmemiş olsa bile. Biz bir şair kaybettiğimizde inancı, tarzı, düşüncesi, tercihi ne olursa olsun şiiri bize sirayet etmişse bunu yaşıyoruz işte. Sadece o an hiçbir önemi kalmıyor tercihlerinin, ideolojilerinin. Unutuyoruz bütün kusurlarını, bir ölüm kalıyor ortada her şeyin galibi. Çünkü sadece ölüm her şeyin üstünü örtecek kadar geniş ve güçlü. Ve çünkü sadece ölüm herkesten ve her şeyden daha hızlı… Yarışanlar, rekabet edenler, bir yazanın metnini bırakıp onun fiziki özelliklerini tekmeleyen sözler edenler dünyanın ne kadar küçük, insanın ne kadar çok olduğunu bilmiyor gibiler. Bayrağı kapıp ipi göğüsleyenler şunu da bilmiyorlar, bugün varsın, yarın yok! Ettiğin iyilik de kötülük de bir süre sonra kaybolup gidecek seninle birlikte. Ama sen kusurlarından, iyiliğin, kötülüğünden beslenip de bir metin bıraktınsa geri, yüz yıl sonra nasıl anılacaksın bunu öngörebilirsin şimdiden.
Bir metin yazarken bir başka metin üzerine şairin ya da o metni yazanın şiirine, metnine tabii ki biyografisine de bakarım. Neyi neden yazdığı kadar, yazdığı metni ortaya koyarken ona kendinden neyi nasıl kattığını da önemserim. Bazıları tırsaktır, iktidarı hiç eleştirmemiş bu yüzden üstelik onun bir parçası da olmuştur. Bu benim değil, onların utanmazlığıdır. Birilerini derviş addederken onun bir tarikata mensup olduğunu söylüyorumdur zaten. Dervişlerin insan ve insanların unutan olduğunu unutanlardan çekinecek hiçbir şeyim yok. Bir başka yazıda tarikat için yazdıklarımı hatırlatmam gerekmiyor bence. İş bu durumda Karacaoğlan bugün yaşayan ve particilik yapan bir ozan olsaydı, onu yok mu saymam gerekecekti? "Kusur," yok saymakla başlar, aynı cenahtan ya da düşünceden değiliz diye. İşte benim o zaman utanmam gerekirdi.
"Kusur," ters bir retinaya sahip olmak mıdır mesela? Ama o her şeyi düzelmiş gösteriyor insana. Siyasal İslamcı şairler paraya ne kadar tapmış, kendini pazarlamışsa "ama onlar Müslüman" diyerek, sol cenahın şairleri, yazanları da pek çok şeye göz yummuşlardır. Bir bildiri metininin altına imza atarken kimlerle yan yana geldiklerine dikkat etmedikleri için. Söz konusu bildiri metinlerinin altındaki o imza listesine isimleri yazılsın diye, bir sapıkla, bir hırsızla, bir arsızla yan yana gelmeyi sorgulamadan kabul ettikleri için. Kimse kimseyi tanımadığını söyleyemez, bu kabul edilebilir değil. Çünkü herkes herkesi tanıyor, biraz daha kalabalık olsun diye yapılan işler işte bu yüzden anlamını kaybediyor. "Kusur" nedir? Ellerin ayakların tutmaması, gözlerin görmemesi yahut bir yazanın sırtında dünyaya bir kamburla gelmiş olması mıdır sadece? Kendi cenahımı es geçecek değilim. Doğrusu bir cenaha da ait değilim. Aksayan bacağım bir yana işte budur benim asıl kusurum. Haysiyetimi şahsiyetimin önünde tutmayı şiar edinmişliğim. Kusur ararken insanların güzelliğine, çirkinliğine, ellerine-ayaklarına, elbiselerine, makamlarına bakarak konuşanlar, yargılayanlar J.R. Lowell'ın şu cümlesini anımsasınlar isterim: Yalnızca aptallar ve ölüler görüşlerini değiştiremezler.
Linç kültürünün yerleşip çiçeklendiği toplumlarda linç bir dil olarak varlık sürmeye devam ediyor. Dikkat çekmek için hedefe konanların haklı ya da doğru sözler ediyor olmasının bir anlamı kalmıyor bu yüzden. Bir yazanın metniyle baş edemeyenler onun fiziki özelliklerine, ideolojisine hatta cinsel yönelimlerine bakıyor. Hepimiz birbirimize benzeceksek neden bu kadar çoğuz ki? Oysa bir siyasal İslamcının dilinde Allah lafzı ne kadar içi boşaltılmış bir lafz olarak çıkıyorsa karşımıza sol cenahın da adalet, eşitlik sözleri o kadar boş ve sahte. Sürü olmaya karşı çıkanların da bir araya gelince bir sürü olduğunu görmek çok kolay bu yüzden. Borges kördü evet, ama Körlük'ü kim ondan daha iyi anlatabildi? Kafka, özgüvenini yitirmiş bir yazardı, ama onun gibi kim daha iyi anlatabildi bedeninden memnun olmayan bir ruhun ıstırabını ve kullanılmış bir insanın yaşamını? Kambur öyküleri yazan Necati Tosuner kadar kim daha iyi anlattı aslında kamburun ne olduğunu? "Kusur" ellerimizde, ayaklarımızda, gözlerimizde değil. "Kusur" insanoğlunun düşünme biçiminde. Bıçağını kalemden üstün sananlar için Kalem ve Kılıç'da şunları söyletmiştir Rilke keleme:
"Biliyor musun, ne kendini beğenmiş, ne burnu havada şeysin sen! Ödünç alınmış bir parıltıyla böbürlenip duruyorsun. Oysa -düşünsene bir- çok yakın akrabayız seninle. İkimizi de o sevecen toprak ana doğurdu; ikimiz de başlangıçta belki aynı dağın koynunda yan yana yattık binlerce yıl. Sonunda arı gibi çalışan insanlar, bizi barındıran o maden cevherini keşfetti. İkimizi de soyup aldılar cevherden. Hoyrat dağın biz söz dinlemez çocuklarının buram buram tüten demirci ocağının kızgın alevlerinde tutulup güçlü çekiç darbeleri altında dünya işlerinde kullanılacak yararlı nesnelere dönüştürülmemiz gerekiyordu. Öyle de oldu. Sen kılıç şeklini alıp kocaman ve sivri bir uçla donatıldın; ben de bir kalem olup ince ve zarif bir uca kavuştum. Bir işe soyunacağımız zaman ilkin pırıl pırıl uçlarımızı ıslatmamız gerekiyor. Sen kanla, ben yalnızca mürekkeple."
YORUMLAR