GÜNÜN YAZISI

GÜNÜN YAZISI

[email protected]

Emperyalizmin tarım politikaları ve açlık

14 Ekim 2018 - 08:57

Emperyalistlerin, azgelişmiş ülkelerde tarıma yönelik politikalarının iki hedefi vardır. Birincisi, o ülkenin ihtiyaçlarına ve ekolojik koşullarına (iklim, toprak vb.) uygun geleneksel tarımı çökerterek uluslararası tarım tekellerine bağımlı hale getirmek; ikinci hedef ise doğrudan toprak kiralayarak veya satın alarak söz konusu ülkelerdeki tarım sektörünü uluslararası tekellerin en çok kâr edeceği şekilde yönlendirmektir

 

Necdet Oral - Dr., Ziraat Yüksek Mühendisi

Son 60 yılda 4 milyardan fazla artan dünya nüfusu, açlık sorununu da birlikte büyüttü. Geçtiğimiz 40 yıl boyunca dünyada açlık çeken insanların sayısı 800 milyonun üzerinde kaldı. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) verilerine göre bugün dünyada açlık çeken insanların sayısı 821 milyon. Başka bir deyişe günümüzde 7,6 milyarlık nüfusa sahip olan dünyada, her 9 kişiden biri kronik açlıkla boğuşuyor. Yaşanan açlık sorunu bölgesel olarak değerlendirildiğinde; açlık çeken insanların 515 milyonunun Asya Kıtasında, 257 milyonunun Afrika Kıtasında, 39 milyonunun ise Latin Amerika ve Karayipler’de yaşadığı görülüyor.

 

Yine FAO verilerine göre günümüzde Doğu Afrika’da yer alan Kenya, Uganda, Somali, Cibuti, Etiyopya, Güney Sudan ve Birundi’de 24,3 milyon insan akut gıda ve geçim sıkıntısı ile karşı karşıyadır. 2011 yılında yaşanan açlık krizinde 250 binden fazla insanın hayatını kaybettiği Somali’de 2017 yılında 6,2 milyon insan tekrar açlık tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Büyük bir kuraklık yaşayan Somali’de bugün “insani bir kriz” değil “insani bir felaket” söz konusudur.



Aslında gerçek bu değildir. Bugün gerek Somali’de gerekse insanların yoğun olarak açlıkla mücadele ettiği ülkelerde yaşananlar “insan eliyle yaratılmış vahşi bir oyun”dur. Somali’de son 60 yılın en büyük kuraklığının yaşandığı belirtilse bile, açlığın gerçek nedeni, emperyalist metropollerin ekonomik örgütleri olan IMF ve Dünya Bankası’nın uyguladıkları sömürgecilik politikalarıdır.



Bu yazıda tarım-gıda alanındaki emperyalist sömürü mekanizması tarihi süreci içerisinde değerlendirilecektir.



Emperyalizm ve sömürgecilik

II. Paylaşım Savaşından önce emperyalistler, doğrudan siyasi denetim altında tuttuğu sömürgelerdeki hammaddeleri, gıda maddelerini, madenleri kısacası yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalayarak kendi ülkelerine aktarıyor ve aşırı kârlar sağlıyorlardı. Örneğin İngiltere pamuğu Hindistan’dan, ABD şeker kamışını Küba’dan getiriyor; Brezilya ise kahve ülkesi olarak biliniyordu. Bu durum uluslararası kapitalist sistemde, tarım/hammadde (sömürge) bölgeleri ve sanayi bölgeleri biçiminde bir işbölümü yaratmıştı. Sömürgeler sanayileşemiyor, hatta kapitalistleşemiyordu. Bu dönemde bağımlılıkla geri kalmışlık arasındaki ilişki çok belirgindi. Gelişmek için önce siyasal bağımsızlığın kazanılması gerekiyordu.



Sömürge sistemi 20. yüzyılın ikinci yarısında çözülmeye başladı. Bağımsızlığını kazanan bazı ülkelerde bir gelişme, sanayileşme süreci başladı. Ancak söz konusu ülkelerle gelişmiş ülkeler arasındaki fark kapanmadı, hatta kapanmasının koşulları bile oluşmadı. Yeni uluslararası işbölümü eski sömürgeleri göreli bir azgelişmişliğin ve teknolojik geri kalmışlığın içine hapsetti. Yeni işbölümü, sermaye yoğun verimli sektörlerin merkez ülkelerde gelişmesini; emek yoğun ve düşük verimli sanayilerin ise azgelişmiş çevre ülkelere kaydırılmasını öngörüyordu. Bu kez talan yoktu ama ticarette eşitsiz mübadele, sanayide ise çokuluslu şirketlerin kâr transferleri, azgelişmiş ülkelerdeki ekonomik artığın önemli bir kısmını alıp götürüyordu. Üstelik sürekli artan bir borç yüküne, gelişmiş merkez ülkelerin modası geçmiş ürün modellerine, teknolojilere ve montaj sanayiine bağımlı olmak söz konusuydu. İç pazarda hakim olan çokuluslu şirketler devlet/ordu ve yerli iş çevreleri ile ortaklıklara giderek karar mekanizmalarını kendi lehlerine işletiyorlardı. Böylelikle politik bağımsızlığın içi ekonomik bağımlılıkla boşaltılıyordu.

Azgelişmişlerin borç krizi ve yapısal uyum dayatması

Kapitalizmin II. Paylaşım Savaşını izleyen büyüme dönemi, emperyalist ülkelerde başlayan krizle 1970’lerde sona erdi. Kriz; ucuz işgücü-hammadde peşinde koşan çokuluslu şirketlerin uluslararası yatırımlarını hızlandırdı. Bilindiği gibi bu süreç aynı zamanda dış kredilerle de destekleniyordu. 1970’lerde birçok azgelişmiş ülkede sanayileşme giderek hızlandı, ancak ekonomik istikrarsızlık öylesine arttı ki, azgelişmiş ekonomiler dış kaynak (borç ve yardım) olmaksızın işleyemez hale geldiler.



Buna karşılık uluslararası mali sermaye borç piyasalarını sıkı sıkıya denetleyecek şekilde güçlendi. Öte yandan 1970’li yıllar boyunca dünya ekonomisini düzenleyen IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlarda finans kapitalin azgelişmiş ülkeleri dışa açma, serbestleştirme ve özelleştirme politikaları hakim duruma gelmişti. Bu kuruluşların borç krizine tepkileri, mali sermayenin isteklerine uygun olarak oluşturulan “yapısal uyum programları” oldu. Azgelişmiş ülkeler eğer dış kaynağa ulaşmak istiyorlarsa, sınırları dışındaki kimi merkezlerde oluşturularak kendilerine dayatılan bu yeni uluslararası reçeteyi kabul etmek zorundaydılar.

Emperyalist metropoller artık tarımda da ihracatçı

Bu olguya bir de emperyalist ülkelerin mal ihracı ihtiyaçları açısından bakmak gerekir. Emperyalist ülkeler 1970’li yıllara kadar genellikle mali sermaye ve sanayi malı ihracatçısı, hammadde ve tarım ürünleri ihracatçısıydılar. Bunlar, geliştirip uyguladıkları yeni teknolojilerle (makine, kimyasallar ve biyoteknoloji) birlikte her türlü destekleme aracını da cömertçe kullanarak, tarımsal üretimlerini olağanüstü artırdılar. Böylelikle hem gıda hem de sanayi hammaddesi açıklarını hızla kapattılar. Önce kendilerine yeterli hale geldiler, sonra da üretim fazlaları oluşmaya başladı. Ancak bu stoklar için yeni pazarlar bulmak gerekiyordu. İşte tam da bu nedenden dolayı azgelişmiş ülkelerin tarımsal kaynaklarını çökertmek ve pazarlarını ele geçirmek için bir saldırı programı başlattılar. Bu saldırı 1980’li yılların başında borç krizine sürüklenen Afrika, Latin Amerika ve Asya’da birçok azgelişmiş ülkeye dayatılan “yapısal uyum programları” ile gerçekleşti.



Yapısal uyum uluslararası finans kuruluşları tarafından iki ayrı evre halinde ele alınır: Kısa dönemli makroekonomik istikrar tedbirleri ve bunları izleyen bir dizi köklü yapısal reformlar. Çoğu zaman söz konusu “yapısal reformlar”, “ekonomik istikrarı sağlama” süreciyle aynı zamanda gerçekleştirilir. IMF ve Dünya Bankası arasındaki görev paylaşımına göre, Dünya Bankası ekonomik reformları, IMF ise yapısal reformları desteklemeyi üstlenmiştir.



Ekonomileri ağırlıklı olarak tarıma dayalı ülkelerde IMF’nin uyum programları, tam anlamıyla bir yıkıma yol açtı. Birçok araştırmacı, günümüzde kronik hale gelen açlık sorununun arkasında, doğal nedenlerden daha çok, IMF politikalarının ülke tarımını dünya fiyatlarına bağımlı kılarak, yeni bir uluslararası işbölümüne zorlamasının, böylece hem tarımı hem de doğal çevreyi tahrip etmesinin yattığını ortaya koydular.



Sonuç olarak emperyalistlerin, azgelişmiş ülkelerde tarıma yönelik politikalarının iki hedefi vardır. Birincisi, o ülkenin ihtiyaçlarına ve ekolojik koşullarına (iklim, toprak vb.) uygun geleneksel tarımı çökerterek uluslararası tarım tekellerine bağımlı hale getirmek; ikinci hedef ise doğrudan toprak kiralayarak veya satın alarak söz konusu ülkelerdeki tarım sektörünü uluslararası tekellerin en çok kâr edeceği şekilde yönlendirmektir.

Açlığı yapısal uyum politikaları getirdi

Uygulanan politikaların sonucu, azgelişmiş ülkelerde tarım ürünleri ithalatı serbestleşti ve bu ülkeler emperyalistlerin tarım/gıda ürünlerine açıldı. Böylelikle merkez ülkelerde yığılan gıda stokları eritilirken, azgelişmişlerin tarım/gıda sektörleri çökertildi. Bu çöküş, devletin tarımdan desteğini çekmesi, geleneksel olarak üretilen gıda ürünlerini değil, dünya ekonomisinde talep gören ürünleri teşvik etmesi, tarımı birkaç üründe uzmanlaşmaya zorlaması ile daha da derinleşti.



Sonuç olarak;

• Tarımla uğraşan nüfus topraklarını kaybederek kentlere göçmeye başladı ve son derece kötü yaşam koşullarının hakim olduğu gecekondularda yoğunlaştı. Krizlerin sosyal ve etnik boyutları böylece mayalanmaya başladı.



• Kırsal alanlardaki topraklar boş kaldığı için erozyon doğal dengeyi tahrip etti; kuraklık, açlık ve buna bağlı olarak (Afrika’da olduğu gibi) körüklenen iç savaşların ortaya çıkardığı göç dalgalarına yol açtı.



• İhracat için desteklenen ve aşırı kimyasal kullanımı, aşırı sulama, hibrit tohum kullanımı ile tarımsal yoğunluğu artırılan alanlarda ise üretim tümüyle dünya fiyatlarındaki dalgalanmalara bağlı kaldı. Tarımda ihracatçı ve uluslararası alıcılar büyük kârlar sağlarken, yerel çiftçi nüfusu yoksulluğa mahkûm edildi.



• Tarım topraklarında oluşan çoraklaşma, tuzlanma gibi sorunlar ve ihracat amacıyla hızlı orman tahribatının doğal dengeyi alt üst etmesi de bir başka yıkım oldu.



Emperyalistlerin, azgelişmiş ülkelerdeki tarıma yönelik politikalarının ikinci hedefinin doğrudan toprak kiralama veya satın alma yoluyla söz konusu ülkelerin tarımını çokuluslu şirketlerin en çok kâr edeceği biçimde yönlendirmek olduğunu belirtmiştik.



Küresel gıda fiyatları 2007 yılından bu yana hızlı bir şekilde yükseliyor. FAO verilerine göre; gıda fiyatları endeksi 2007’de yüzde 24, 2008’de ise yüzde 50 artış göstererek “sessiz tsunami” olarak adlandırılan gıda krizini derinleştirdi. Artan gıda fiyatları ile birlikte açlığın yaygınlaştığı azgelişmiş ülkelerde (özellikle Kuzey Afrika’da) başlayan gösteriler ekmek isyanlarına dönüştü.



Öte yandan petrol fiyatlarındaki artış petrol tekellerinin kârlarına kâr katarken, emperyalistler artan yakıt fiyatlarına çare olarak biyoyakıtı sundular. Küresel ısınmanın yol açtığı kuraklığın tarım ürünlerinin fiyatlarını etkilediği bir gerçek. Ancak, burada dikkat çekici bir diğer etken ABD’nin başını çektiği biyoyakıt furyası. Çünkü yoksulların, açların ulaşamadığı gıda artık yakıt üretiminde de kullanılıyor. Birleşmiş Milletler’e göre, 232 kilo mısırdan 50 litrelik bir depoyu doldurabilecek kadar yakıt üretiliyor. Bu miktar, bir çocuğun bir yıllık beslenmesine karşılık geliyor.



Bir yandan gıda fiyatlarındaki artışı ranta dönüştürmek isteyen, öte yandan da biyoyakıt üretimi için yeni tarım alanları arayan emperyalistler bunun için eski yöntemlerine döndüler: Azgelişmiş ülkelerin verimli tarım arazilerine (satın alma veya kiralama yoluyla bu kez sözde parasını ödeyerek) el koyma yani yeni-sömürgecilik.

Toprak gaspı ya da yeni-sömürgecilik

Emperyalistlerin azgelişmiş ülkelerde edindikleri toprakların inanılmaz boyutlara ulaşması, küresel bir toprak tekelinin oluşmasına doğru endişe verici bir gidişatın habercisi. Kendi toprakları dışında arazi satın alan veya kiralayan ülkeler incelendiğinde ABD ve Çin ile birlikte İngiltere, Fransa, Hollanda’nın da aralarında bulunduğu Avrupa ülkelerinin başı çektiği görülüyor. Grain adlı sivil toplum kuruluşuna göre; çokuluslu tarım şirketlerinin yatırımları bir kenara bırakıldığında, İngiltere 4,4 milyon hektar, ABD 3,7 milyon hektar, Çin 3,4 milyon hektar, Güney Kore 2,3 milyon hektar, Suudi Arabistan 1,6 milyon hektar, Birleşik Arap Emirlikleri 1,3 milyon hektar toprak satın almış durumdadır. Yine Grain’in verilerine göre; azgelişmiş ülkelerde 50 milyon hektar tarım arazisi çiftçiler tarafından çokuluslu şirketlere devredilmiştir. Dünyada yaklaşık 250 milyon hektar tarım arazisinin üçüncü ülkeler tarafından satın alındığı ya da kiralandığı belirtilmektedir.



Yatırımcı ülkelerin ve çokuluslu şirketlerin arazi satın aldığı veya kiraladığı ülkeler arasında Etiyopya, Sudan, Kongo, Kamerun, Gine, Zambiya, Kenya, Tanzanya ve Mozambik gibi ülkeler öne çıkıyor.



Toprakların yabancı ülkelere satışı, genel olarak küçük üreticilerin mülksüzleştirilmesi, toprak fiyatlarının yükselmesi ve ormansızlaştırma anlamına gelmektedir. 25 palm yağı üreticisi 2015’ten bugüne yüzde 40’ı Endonezya’nın Papua bölgesinde olmak üzere 130 bin hektar yağmur ormanını yok etmişlerdir.



Dev ölçeklerdeki toprak alımlarının kuşkusuz tek nedeni gıda üretimi değil. Biyoyakıt temini bu trendin ikinci halkasıdır. ABD’li spekülatörler Jim Rogers ve George Soros’un da Brezilya ve Arjantin’de arazi kiralamaları, işin küresel bir boyut kazandığını ortaya koymaktadır. George Soros’un hissedarı olduğu Adecoagro şirketinin Brezilya, Arjantin ve Uruguay’da 300 bin hektar büyüklüğünde çiftliği bulunmakta ve bu arazilerde biyoyakıt için şeker kamışının yanı sıra soya, pirinç ve kahve üretilmektedir.



Emperyalist-kapitalist sistem tarımda milyonlarca çiftçiyi topraksızlaştırmakta, yoksullaştırmakta, çevreyi tahrip etmekte ve insanların gıdaya erişimini engellemektedir. Çünkü bu sistem, temel gıda maddelerine erişimi bir insanlık hakkı olarak görmemektedir. Bu nedenle, dünyada milyonlarca insan açlık sınırında yaşamakta, milyonlarcası açlıktan ölmektedir. Çözüm ise; tarımda küçük ve orta ölçekli işletmeler bazında, emperyalist-kapitalist sistem dışında bir yol izlemekten geçmektedir.

YORUMLAR

  • 0 Yorum