Günlük hayatın bu kadar politikleşmesi, olağan akışı da esir alır. Ne yediğimizden, nerede oturduğumuza kadar her tercih, bir kimlik beyanına dönüşür. Türkiye’nin bugün yaşadığı tam da bu- sanıyoruz değil mi? Asla değil! Ne kadar bölersen böl. Ne kadar ayırırsan ayır. Sonunda dönüp dolaşacağımız, buluşacağımız yer aynı. Burası hepimizin mahallesi

Geçen hafta bir okur mektubu geldi. Bana yazdı ama aslında hepimize diyordu: “Siyasetin aptallaştırıcı koridorlarında dolanıp kendinize kötülük yapmayınız. Aptallaştırılmayı reddediniz.”
Çok haklı, çok doğru, çok acıklı…
Ama biz o koridorları çoktaaan geçtik. Hatta koridor filan kalmadı. Doğrudan bodrum kata indik, ensemizde nefeslerle yaşıyoruz. Kapı yok, kaçacak yer yok. Siyaset her yerde. Siyaset mutfakta. Siyaset sokakta. Siyaset kahve bardağında. Siyaset market poşetinde. Nereden alışveriş yapığına bakıp, hangi gazeteyi okuduğunu tahmin edenler ülkesinde yaşıyoruz. Tatilini nerede yaptığını söyle, hangi partiye oy vereceğini söyleyeyim anketi gördüm geçen instagramda.
Aynı sokakta yürüyor ama farklı gerçekliklerde yaşıyoruz. Aynı kahvecide oturuyor ama başka dünyalara bakıyoruz. Siyaset artık gündem değil, habitat. Pierre Bourdieu’nun habitus dediği şey tam da bu: İnsanların düşünmeden tekrar ettiği, otomatik düşünme biçimlerine dönüşmüş refleksler. Ve biz bu reflekslerle yaşıyoruz. Ne yediğimizden ne giydiğimizden ne izlediğimizden azadeyiz. Bourdieu bu halimizi görse şunu derdi: Habitusunuz safi siyaset olmuş, geçmiş olsun!
Çoktandır marka seçmek bir tür kimlik beyanı. Restoran seçerken aynı şey. Kim yandaş, kim değil diye liste çıkarılıyor. Haritalar görüyoruz sosyal medyada. Tatil rotası bile politik aidiyet testi gibi. Dip dibe iki otel arasında bile dünyalar kadar ideolojik mesafe var. Market meselesi zaten bir başyapıt. BİM’den alışveriş yapanla Macrocenter’a giren aynı ülkede yaşıyor değil mi? Çoğunlukla hayır. Sosyal medyada dolaşan o meşhur tweet vardı ya: “A101’den alışveriş yapıyorum diye beni yargılayamazsınız.” Evet, şaka değil; markalarımızla yargılıyor, yargılanıyoruz.
Sosyal medya platformu değiştirmek bile mahalle değiştirmek gibi bir şey oldu. X’in gidişatı yorunca, soluğu Bluesky’da aldık. Ama kaçılan şey aslında platform değil, üzerimize çöken siyasi iklim. Nereye kadar kaçacağız? Her saniyemiz buz gibi politik. İktidar da bunu biliyor. Muhalif de. “Ben o diziyi izlemem çünkü TRT’de yayınlanıyor” diyenle, “Dizimdeki oyuncu boykota destek vermiş” diyerek insanları işinden eden aynı kişi değil mi? Her yer politik savaş alanı.
En büyük çukur; confirmation bias devreye girdiği yerde başlar, yani insan zihni sadece kendi görüşlerini destekleyen verileri alır. Buna onaylama yanlılığı da diyoruz. Sırf buna hizmet etmek için algoritmalar bizi sürekli aynı mahallede gezdirir. Aynı cümleler, aynı bakış açıları, aynı öfkeler… Artık sadece kendimiz gibi düşünenlerin olduğu bir fanusta yaşamaya eğilimli hale geldik. Kendi fikrinden başka fikir görmeyince onu tek gerçek sanıyor. O yüzden herkes çok haklı. O yüzden herkes aşırı emin. Oysa hayat böyle bir şey değil. Hayat siyasettir, evet. Çünkü ekmek siyasettir. Çünkü kira siyasettir. Çünkü özgürlük siyasettir. Ama hayat? Siyaset savaş mıdır? Kamplaşmak mı? Hayat karşı mahalleyi yok etmek mi?
Hayat, bir arada yaşama iddiası değil miydi?
Bu dil kendiliğinden çıkmadı elbette. Siyasetçiler neden bu dili kullanıyor? Çünkü bu dil kazandırıyor.
Düşmanı şeytanlaştırıldıkça, seçmeni daha, çok daha, çok daha daha sadık hale geliyor. Rakip değil, hasım. Seçim değil savaş. Kendilerinden olmayana doğrudan hain. Bu da game theory (oyun kuramı) dediğimiz o meşhur dengeyi değiştiriyor. Normal şartlarda seçim dediğin şey, bir rekabet alanı. Ama sen kuralları “ya hep ya hiç” üzerine kurarsan oyun, oyundan çıkıyor. Savaşa dönüyor. Kimse orta yol aramıyor. Müzakere yok. Karşı tarafı iknaya gerek yok. Yok edilmesi için düğmeye basmak yetiyor.
Bu dil kısa vadede işe yarıyor mu? Evet. Çünkü insanlar korku diline çabuk teslim olur. Malum korkudan sadakat üretilir. “Biz gidersek, neler olur, başınıza neler gelir”, bu korku üretme fabrikasının en çok satan ürünü. Ama uzun vadede ne olur? Toplumsal çözülme başlar. Güven yerle bir olur. Kimse kimseye inanmaz. Kimse kimseyle konuşmaz. Çünkü o dil hayatın tamamına yayılır. Mahalledeki bakkalla arana girer. Apartmandaki komşuyla girer. Aile içinde girer. Kahvede girer. Tatilde girer. En sonunda herkes kendi kabuğunda, kendi fanusunda, kendi yankı odasında yaşamaya başlar.
Bugün Türkiye’de asıl tehdit siyaset değil; siyasetin diliyle hayatı paramparça eden bu indirgemeci akıl. İktidarın yaptığı tam da bu: Hayatı siyasallaştırmıyor, kamplaştırıyor. Aptallaştırılmayı reddetmek tam da burada anlamlı. Çünkü farklı olanla konuşmayı, onunla yan yana yaşamayı reddetmek insanı zeki yapmaz. Tam tersi… Ki ben hayatın kendisi siyasettir diyenlerdenim. Hayat dediğin şey ekmektir, sudur, nefes alma hakkıdır. O yüzden de siyasettir. Kimsenin hayatını siyasetten bağımsız kurduğu falan yok. Bir ülkede kira fiyatı konuşuyorsan, masaya siyaset oturur. Özgürlük konuşuyorsan, siyaset baş köşededir. Ama işte burada bir tuzak var. Büyük bir tuzak. Hayatı siyasetle savunmak başka bir şeydir, siyasetle bölmek başka. Mevcut iktidarın yaptığı şey tam da bu ikinci kısım. Hayatı büyütmüyor, hayatı daraltıyor. Siyaseti bir hak arama zemini olmaktan çıkarıyor, bir nefret üretme makinesine çeviriyor. Rakip değil düşman yaratıyor. Seçimi yarış değil savaş ilan ediyor.
Oysa hayat dediğimiz şey mahalle kavgası değil. Çünkü bir markaya indirgenemez. Bir kahveye, bir market fişine, bir plaj seçimine sıkışamaz. Hayat, bir arada yaşama iddiasıdır. Birbirine tahammül edebilme, birbirini merak edebilme, birbirini anlamaya çalışma gayreti. Daha birkaç ay önce bir köfteci meselesi yaşandı mesela. Devletin kurumları dedi ki: “Burada domuz eti kullanıyorlar.” Normal şartlarda ne olur? İnsanlar tedirgin olur, soruşturma açılır, güven sarsılır. Ama Türkiye’nin bugünkü siyasal atmosferinde insanlar doğrudan şunu düşündü: Demek ki iyi iş yapıyorlardı… Demek ki buraya çökecekler...
Çünkü yıllardır karşı karşıya kaldığımız bu dil, bu siyaset tarzı, kazanmaz; çöker. Türkiye bu yüzden bu halde. Herkes kendi mahallesinde pusuda. Herkes öbür mahalleye bakarken şüphede. Biz artık normal bir demokratik toplumun reflekslerine sahip değiliz. O yüzden başımıza gelenleri anlamakta zorlanıyoruz. Çünkü sanki Soğuk Savaş döneminin o gergin, tek kanallı, tek partili, tek doğru kabul edilen Doğu Bloku toplumlarına benziyoruz. O ülkelerde de hayat bu kadar siyasallaşmıştı. İnsanlar her davranışına dikkat etmek zorundaydı. Kimle oturduğun ne izlediğin ne okuduğun nereden alışveriş yaptığın hep bir anlam taşırdı. Devletin gözü her yerdeydi. Mahallelerin bile siyasi kimliği vardı. Ve çok iyi bildiğiniz gibi, bu model ayakta kalamadı. Çünkü aşırı politizasyon, hayatı zehirler. Sosyal zeka kaybolur. Güven kaybolur. İnsanlar birbirine tahammül edemez hale gelir.
Toplum kendi içine çöker.
Ama anormal olan her şey, normalleşir. Mesela Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanacağı bir ay önceden iktidara yakın medyada konuşulmaya başlanmıştı. Herkes ne düşündü: Demek yapmak istiyorlar. Bugün, yarın yaparlar…
Bu, sağlıklı bir toplumsal davranış, düşünme biçimi değil. Bu, kırılmış bir toplumun refleksi. Bir tarafta hukuku içine sinmeyen bir ülke fotoğrafı var. Bir tarafta medya gücü olan ama habercilik adı altında manipülasyon yapan bir medya düzeni. Hatta uçlarda çok rahat oynayanları var uzun uzun zamandır. İsmi lazım değil bir gazete, Mahir Polat ev hapsine geçtiği günden gülerken bir fotoğrafını yayınlayıp manşetine şunu yazdı: İçeride ölüyorlardı, dışarıda gülüyorlar! Bazılarının hakikatli biri olmayı bırak, iyi insan olma haliyle bile arasında bağ yok. Gazeteci dili değil bu. İyi insan dili de değil. Bu, nefretin, kötülüğün matbaada basılmış hali.
Hakikaten siyaset uğruna değmez. Biz buradan hayatta kalamayız. Hayat dediğin şey farklı olanla yan yana durabilmektir. Mahalle kavgası değil, mahalle uzlaşısıdır. Çünkü hayat sadece bizim doğrularımızdan ibaret değil. Çünkü bazen en iyi bildiğimizi sandığımız cümleler, bizi en aptalca yerlere sürüklüyor. Öyle de görünüyoruz demek ki, okurum da bana “aptallaşma” diyor. Tekrar teşekkür ederim kendisine.
YORUMLAR