Graham Lawton
Bu sizi hayrete düşürebilir ancak düşündüğünüz her şey hatalı. Gündelik yaşamınızda var olan, kanıksadığınız şeylerin büyük çoğunluğu, hayalinizin bir ürünü. Duyularınızdan hafızanıza, fikir ve inançlarınızdan kendinizi ve insanları nasıl gördüğünüze, hatta özgür irade hissinize kadar hiç bir şey göründüğü gibi değil. Bu yanılsamaların sizin üzerinizdeki etkisi çok sarsıcı ve Graham Lawton’a göre, dünyadaki fonksiyonlarınızı devam ettirebilmeniz için hayati öneme sahip.
Akıllarımız Yarı Gerçeklerle Dolu
Dün gibi hatırlıyorum. İngiltere’de ılık, güneşli bir öğleden sonra ve ben bahçede oynuyorum. Birdenbire, açık mavi gökyüzünde parlak gümüş renkli bir uçak beliriyor. Annem, uçağı göstererek yanıma geliyor; komuşular bakmak için evlerinden çıkıyorlar. Uçak, erken uçuşlarından birini yapmak üzere Heathrow’dan havalanan bir Concorde uçağı.
Bu anıyı, zihnimde bir Youtube klibi seyreder gibi kolaylıkla tekrar tekrar canlandırabilirim ve buna rağmen, neredeyse kesin bir şekilde bunun gerçek olamayacağını biliyorum. Concorde, evimizin üzerinden test uçuşları için geçmiş olsa bile, orada yanlızca küçük bir çocukken, 1971’e kadar yaşadım. Ve Concorde gümüş rengi değil, beyazdı.
Hafızam ve gerçeklik arasındaki bu uyumsuzluk neden kaynaklanıyor? Chicago Üniversitesinden psikolog David Gallo diyor ki, “1960’lardan beri biliyoruz ki hafıza, video kaydı gibi birşey değil; yeniden yapılanma eğilimi olan bir şey. (rekonstrüktif)” “Otobiyografik hafıza” olarak bilinen fotoğraf enstantaneleri, geçmişinizin gerçek ve doğru bir kaydı değildir- daha çok eski hatıra defteri kayıtları, fotoğraflar ve gazete kupürlerinin birbirine karışmış hali gibidir. İngiltere’deki Warwick Üniversitesinde hafıza üzerine araştırmalar yapan Kimberly Wade, “Hafızanız genellikle, gerçekten anımsayabildiklerinizden daha ziyade, bir fotoğrafta gördüklerinize veya anne baba ya da kardeşlerinizin anlattığı hikayelere dayanır.”
Diğer bir deyişle, öz kimliğinizin en önemli unsurlarından bir tanesi olan “otobiyografik hafızanız,” bir illüzyonun çok ötesinde bir şey değil.
Eğer bu size mantıksız geliyorsa şunu göz önünde bulundurmalısınız ki, 30 yılı aşkın bir süredir psikologlar, hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde, hafızanın son derece kolay etkilenebilir ve hata payına sahip nitelikte olduğunu göstermişlerdir.
Kanıtların bir çoğu, psikologların kasıtlı olarak insanların zihinlerine uydurma hatıralar aşıladıkları hatalı bellek araştırmalarından elde edilir. Meşhur bir deneyde Wade ve meslektaşları, çocukken hayali bir sıcak hava balonuyla gezdiklerine insanları ikna etmek amacıyla üzerinde oynanmış fotoğraflar ve ebeveynlere ait gerçek dışı beyanlar kullandı. Diğer bir deneyde, şu an Kaliforniya Üniversitesindeki araştırmalara öncülük eden Elizabeth Loftus, akıllara, Disneyland’da Bugs Bunny ile tanışma anılarına ait fikirler yerleştirdi -ki bu mümkün değildi çünkü Bugs, bir Warner Bros karakteri.
Böylesine aşikar bir manipülasyonun başarı oranı sadece yüzde 30 civarında ama Gallo, herkesin hafızasının bir yere kadar kolay etkilenebilir olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Bu, beynimizin bilgiyi nasıl işlediğinin otomatik bir sonucu. Herşeyi hatırlamanız mümkün değil bu yüzden hafızanız, tecrübelerinize ait ana fikri özetler ve hatırda tutar. Siz de, çağrışımlar oluşturur ve anlamlar çıkartırsınız. Bu, hafızayı çok güçlü kılar ancak bir bedeli vardır.”
Kontrollü bir laboratuvar ortamında, anıları nakletmek olabilecek bir şey ama gerçek hayatta bu ne kadar gerçekleşir? “Bunu çok net bilemiyoruz.” diyor Gallo. “Gerçekte ne olduğuna dair biraz olsun bir ölçü olmadan veya bazı tamamlayıcı kanıtlar olmaksızın nasıl bilebilirsin ki?” Öyle olsa bile Gallo, laboratuvarda belleğin çok kolay kandırılabiliyor olması, bunun günlük hayatta da mümkün olacağı izlenimini veriyor diye düşünüyor.
Durumun böyle olduğuna dair bir dizi kanıt var. Bunların arasında en iyileri, 9/11 terör olayları ya da Prenses Diana’nın ölümü gibi çok mühim sayılan “flaş bellek” anıları incelerken ortaya çıkıyor. İnsanların büyük çoğunluğu bu gibi haberleri duydukları zaman ne yapıyor olduklarını güçlü bir şekilde anımsıyorlar ve bu anımsadıklarının doğruluğu konusunda da kendilerinden çok eminler. Fakat tahmin edin ne oldu: Bu anıların, şaşırtacak kadar çok sayıda yanlış olduğu ortaya çıktı.
Chicago, Illinois Üniversitesindeki psikologlar, 9/11 günü sürecinde yaklaşık 700 kişiye nerede, ne yapıyor olduklarını, haberi nasıl duyduklarını ve o sırada kiminle birlikte olduklarını sordular. 1 yıl sonra ise bu sorularını tekrarladılar. Katılımcıların yarıdan fazlası, hala anılarının doğru olduğu konusunda yüksek bir özgüvenle, en azından bir tanesiyle ilgili hikayesini değiştirdi.
Flaşbellek hafızası da bir hayli telkine açıktır. 2002’de İngiltere’deki Portsmouth Üniversitesinden psikologlar, yerel bir alışveriş merkezine gittiler ve insanlara Diana’nın ölümü ile ilgili kazanın gerçek kamera görüntülerini görüp görmediklerini de içeren sorular yönelttiler. Neredeyse yarısı, öyle bir kamera görüntüsü var olmamasına karşın, gördüm diye cevap verdi. Hatta insanların daha büyük bir yüzdesi, gayet kendinden emin bir şekilde, 1992 yılında Hollanda Amsterdam’daki Boeing 707 kazasının varolmayan TV kamera görüntülerini “hatırladıklarını” söylediler.
Eğer bu kadar akılda kaldığından emin olduğumuz canlı anılar hatalarla doluysa ve revizyon gerektiriyorsa, tüm otobiyografik hatıralardan kuşku duymanın yerinde olacağı söylenebilir. Wade, “Buna bir rakam verebileceğinizi sanmıyorum ama büyük çoğunluğunun yüzde yüz doğru olmadığından eminim.”diyor.
Yine, durumun böyle olduğuna dair kanıtlar var. Yeni Zelanda Canterbury Üniversitesinden araştırmacılar, ikizlere birlikte geçirdikleri çocuklukları hakkında sorular sordukları zaman, ikizlerin çoğu, en azından bir anı ile alakalı olarak birbiriyle uyuşmazlık yaşadı. İkisi de olayın yaşandığından emindi fakat sadece kendi başına geldiğini iddia ediyordu. Gallo, eşler arasında aynı olayın farklı yorumlanması üzerinde süren tartışmaların, araştırma için uygun bir alan olduğunu belirtmekte.
Öyle gözüküyor ki, benim Concorde’la ilgili hatıram o kadar da garip değil. Geçen sene, İngiltere’deki Hull Üniversitesi’nden Giuliana Mazzoni, mevcut gerçeklerle çeliştiğinden dolayı insanların yüzde yirmisinin, kendilerinin bile doğru olduğuna inanmadıkları otobiyografik hatıraları olduğunu buldu.
Otobiyografik anıların hatalı olması bir önem taşıyor mu? Wade, “Bazı yönleriyle ne kadar da enteresan bir şekilde yanlış olabileceklerini düşünmek ürkütücü.” diyor.“Hatıralar sizin öz kimliğinizin hikayesinin bir parçası.” Yasal uzantıları da var. Eğer bir suça tanık olursanız ve mahkemede şahitlik yapmanız istenirse doğru bilgi verdiğinizden ne kadar emin olursunuz?
Buna karşılık, birçok yönden de sorun teşkil etmez. Concorde’la ilgili hatıramın, benim hayatımda elle tutulur bir etkisi yok. Aslında, Wade’e göre, hatıranın yanıltıcı kalitesi, şimdi bir zaaftan çok, güçlü bir yön olarak yorumlanıyor. Hafıza, artık yalnızca geçmişle bağlantılı olarak değil, geçmiş tecrübelerimize dayanarak gelecek senaryolarını inşa ve test etmemize imkan veren yaygın bir “zihinsel zaman yolculuğu” modülünün bir parçası olarak düşünülüyor.
Gördüğünüz Şey Anladığınızı Zannettiğiniz Şey Değil
Duyularınız dünyaya açılan pencereleriniz ve muhtemelen siz de, onların bu görevi, gerçeğin tam bir tasvirini yansıtarak dosdoğru yaptığını düşünüyorsunuz. Kendinizi kandırmayın. Duyusal algılama, –özellikle görsel- hayal gücünüzün bir mahsulü. Kanada Vancouver’deki British Columbia Üniversitesi’nden psikolog Ron Rensink, “Deneyimlediğiniz şey, büyük ölçüde zihninizden geçenlerin bir ürünü.” diyor. “Gözlerinize ulaşan tarafından bilgilendirme yapılıyor ancak onu doğrudan yansıtmıyor.”
Görsel sisteminizin temel özellikleri dikkate alındığında başka türlü olması da düşünülemez. Mesela, yaklaşık her 5 saniyede bir göz kırparsınız. Ancak büyük olasılıkla, şu an olduğu gibi bunun üzerinde düşünmüyorsanız beyniniz bunları düzenlediği için bu kararmaları fark etmiyorsunuz.
Göz kırpmak, buzdağının görünen ucu. Gözleriniz açık olduğunda bile, mevcut görsel bilginin çok küçük bir miktarını kapsıyor.
Retinanızın merkezinde, yaklaşık 1 milimetre genişliğinde yoğun fotoreseptör hücre bağlantıları bulunmaktadır. Burası, renk ve detayları algılamanın en fazla olduğu, görsel sistemin en etkili noktası olan “Fovea” dır. Rensink, “Fovea’dan uzaklaştıkça görsel keskinlik hızlı bir şekilde azalır ve renk görüşü kaybolur.” diyor. Fovea’nın yaklaşık 10 derece kenarına doğru, görsel keskinlik en yüksek oranın sadece yüzde 20’sidir.
Bu demek oluyor ki, herhangi bir anda görüş alanının sadece küçük bir yüzdesini tüm renkleri ve ayrıntılarıyla yakalayabilirsin. Elinizi kol uzunluğunda uzatın ve baş parmağınıza bakın. Burası kabaca, fovea’nın kapsadığı alan. Geri kalanın çoğu flu, monokrom şeklinde belirir.
Ve aslında görme, bu şekilde hissettirmez: film gibi bir his uyandırır. Bu da kısmen, gözleriniz bir an için bir noktayı seçip sonra yine hareket ederek devamlı olarak görsel tablo üzerinden hızla geçip gittiğinden dolayıdır. Bu düzensiz göz hareketlerine “saccades” (göz sekmeleri) denir. Bunlar, takriben saniyede 3 kez gerçekleşir ve 200 milisaniye kadar sürer. Her bir tespitte görsel sisteminiz, bir bütünlük illüzyonu yaratmak için, bir şekilde örgü yapar gibi bir araya getirdiği yüksek çözünürlü detaylardan bir parça yakalar.
Dikkat çekici olan şu ki, göz sekmeleri sırasında bile fiilen kör sayılırsınız. Tespit ettiği bir noktadan diğerine gidip gelirken gözleriniz bilgi iletmeyi durdurmaz ancak 100 milisaniye kadar beyniniz bunu proses etmez.
Aynaya bakın ve kasti olarak gözlerinizi soldan sağa sonra tekrar ters tarafa ani bir şekilde hareket ettirin. Hareket fazla hızlı olduğu için değil, (diğer insanlara ait “saccades” gözle görülür.) beyniniz bilgiyi proses etmediği için, gözlerinizin hareket ettiğini görmeyeceksiniz.
Ortalama olarak her gün 150.000 göz sekmesi gerçekleştirdiğinize göre, görsel sisteminiz siz uyandıktan sonra toplamda yaklaşık 4 saat, hiç göz bile kırpmadan “offline” konumundadır. Yine de hiçbirşeyi eksik veya hatalı olarak algılamazsınız.
Beynimizin böylesine kesitler halindeki bilgiyi, realite olarak tecrübe ettiğimiz akıcı teknikolor film haline nasıl getirdiği merak konusudur. Öne çıkan bir görüşe göre, beyin tahminde bulunur ve sonra foveal “sahne ışığını” bunu doğrulamak için kullanır. Rensink, “Esasen, bir şeyi içimizde yaratıyoruz ve daha sonra tekrar, tekrar kontrol ediyoruz.” diyor. “Aslında, beynin şu anda neler olduğuyla ilgili olarak en iyi tahmininin deneyimini yaşamaktayız.”
Bu “an”ı yaratırken, görsel sistemin yapması gereken daha çarpıcı birşey var: geleceği tahmin etmek. Fovea’ya ulaşan bilgi bilinçli algılamaya hemen aktarılamaz. Öncelikle, optik sinir boyunca yolculuk etmeli ve beyin tarafından proses edilmelidir. Bu, bir kaç yüz milisaniye alır; buarada hayat akmaya devam eder. Böylelikle, beyin 200 milisaniye sonra dünyanın nasıl gözükeceği ile ilgili bir gelecek tahmininde bulunur; bu da sizin gördüğünüz şey oluyor. Bu gelecek projeksiyonu olmaksızın bir topu yakalayamazsınız, hareketli nesnelerden ani olarak kaçamazsınız ya da etrafa çarpmadan yürüyemezsiniz.
Görsel sistemde, sizi kaçırılmayacak şeylere bihaber hale getiren bir diğer büyük boşluk var. Foveanızı görsel sahne etrafında kaydıran düzensiz hareketler gelişigüzel olmamakta, beyninizin dikkat merkezi tarafından yönlendirilmekte. Bazen, mesela okuma yaparken, neye bakacağınıza bilinçli olarak karar verirsiniz. Diğer zamanlarda ise, dikkatinizi, periferik görüşünüze giren bir hareket veya ani bir ses çeker.
Dikkat ile ilgili problem, onun sınırlı bir kaynak olmasıdır. Bilinmeyen sebeplerden dolayı, insanların çoğu 4 veya 5’ten daha fazla sayıda hareket eden objeyi takip edemez. Bu da, görsel sisteminizin, aslında karşınızda duran şeylerden habersiz olmasına yol açabilir.
Bu “istem dışı körlük” olayının en meşhur kanıtı, Urbana-Champaign’deki Illinois Üniversitesinden Daniel Simons ve Christopher Chabris tarafından oluşturulan, videolu görünmeyen goril deneyidir. İzleyicilerden, bir basketbol maçında, tüm dikkatlerini belirli bir alana vermeleri istenir ve izleyicilerin aşağı yukarı yarısı, yavaşça yürüyerek ekranın bir yanından diğer yanına göğsünü yumruklayarak geçen geçen gorilla kostümü içindeki kişiyi tamamen gözden kaçırır.
Önyargılara Karşı Körlük
Başkan Barack Obama ile ilgili görüşünüz ne olursa olsun, sizinle hemfikir olmayan birini bulmak hiç de zor değil. Amerika’da yapılan yeni bir ankete göre Obama, 1950’lerden bu yana en bölücülük yaratan başkan: Akademi üyesi demokratların yüzde 81’i, Obama’nın iyi bir iş çıkarttığını düşünüyor fakat muhalif Cumhuriyetçilerin sadece yüzde 13’ü bu konuda hemfikir.
Nasıl oluyor da aynı kişi hakkında bir çok insan yargıda bulunuyor ve bu kadar farklı kanıya sahip olabiliyor? Bunun gün gibi ortada olan açıklaması şu ki, – gerek politik ilişkileri, medya, gerek arkadaşları ve aileleri ve daha bir çok unsur tarafından- etki altında bırakılmışlar.
Aşikar olan bu açıklama, doğru. Ama tam olarak önyargılı olan kim? Bu, kimi sorduğunuza bağlı olarak değişir. Obama’yı tutanlara göre, önyargılı olanlar, muhafazakarlar ve onların medyası. Tutmayanlar için, liberaller. Aslında, iki taraf da haklı.
Her psikoloğun açıklayabileceği gibi, genelde düşündüğünüz ve yaptığınız her şey, tamamen farkındalığınız dışında olan önyargılarınızın etkisi altında şekillenmiş. Dünyayı olduğu gibi görmek yerine, peşin hükümler ve kendine hizmet eden bir riyakarlık maskesi arkasından görürsünüz.
Bu konuya daha hakim olmak için, Obama hakkında kendi görüşünüzü gözden geçirin. Muhtemelen, görüşünüzün, iki taraftan da gelen bir dizi bulguya dayalı olarak, dürüst ve objektif bir değerlendirme sonucu olduğu inancındasınız. Belki de gönülsüzce, liberal veya muhafazakar olduğunuz için böyle hissettiğinizi kabul edeceksiniz fakat sonra, liberal veya muhafazakar olmanın tek mantıklı tercih olduğu konusunda kendinizi rahatlatacaksınız; yani bir problem kalmayacak.
Az önce naif realizm denilen illüzyonu tecrübe ettiniz. (Sizin, muhtemelen sadece sizin, dünyayı olduğu şekilde algıladığınız ve farklı şekilde bakan herkesin de önyargılı olduğuna geliştirilen inanç) Princeton Üniversitesinden psikolog Emily Pronin’e göre bu inanç, “kaçınılmaz ve derin.”
Eğer bu noktada şöyle düşünüyorsanız: “Tamam, doğru, bu diğer insanlar için gerçek olabilir ama benim için değil.” O zaman, illüzyonun başka bir yönüyle başınız dertte demektir: “kör nokta sapması” İnsanların çoğu, güle oynaya böyle bir yanılgının var olduğunu kabul eder fakat sadece başkalarında. “Konsept olarak önyargıya karşı veya bunun var olduğu gerçeğine kör olduğumuzla alakalı değil” diyor Pronin. “Sadece, kendi durumumuz söz konusu olduğunda buna karşı körüz.”
Niçin böylesine dar görüşlüyüz? Problem şu ki, çocuklukta ve genç yetişkinlikte oluşmaya başlayan ve katılaşan şartlanmalarımız, bilinçaltımızda farkettirmeden etkin hale geliyor. Bu, insanlar içselliklerine dönüp inançlarını ve yargılarını sorgulamıyorlar demek değil. Bir çok kişi bunu yapıyor. Ancak önyargıları, bilinçli bir irdeleme ile bulunamıyor ve dolayısıyla da, inançlarının mantıksal akıl yürütmeye dayalı ve doğru olduğu sonucuna atlıyorlar.
Önyargılardan birçoğu, başarılardan övgü alma ancak başarısızlıklarda sorumluluğu inkar etme eğilimi gibi, hassas egolarımızı sıradan bir biçimde gerçeklerden korumak amaçlı aklımızda bulundurduğumuz pozitif illüzyonların zararsız değişkenleridir.
Diğerleri ise daha tehlikelidir. Çok az kimse ırkçı veya cinsiyetçi olduğunu düşünür ve bu düşüncelerinde de içtendirler. Fakat çoğu kez, davranışları onları ele verir. Bir deneyde insanlara bir kadın ve bir adam görüntüsü gösterilir ve bir emniyet müdürü olarak hangisini tercih edecekleri sorulur. Onlara, erkek adayın “sokaklarda yetişmiş ve tecrübeli”, kadın adayın ise “formal eğitim almış” olduğu veya bunun tam tersi söylenir. İnsanların çoğu erkek adayı seçer ve daha sonra neden diye sorulduğunda, erkeğe hangi özellik atfedilirse edilsin, onun iş için daha önemli olduğunu söyleyerek kararlarına gerekçe gösterirler.
Fikirler, böylesine önyargılara dönüşmeye elverişliyken, gerçekler de dünyayı, kendi inançlarına uyacak şekilde yorumlamakta becerikli kimselerle, onların insafına kalmıştır. Mesela çevreciler, bir çok bilimadamı ve ve hükümetlerin, insanların iklimi değiştiriyor olduğu konusunda ikna olduğu gerçeğini açıklıyorlar- ki böyle yaptığımızın kanıtları ortada. Fakat şüpheciler yine de bir komplo seziyorlar. Hiç bir yeni bilgi fikirlerini değiştirmeye yetmeyecek. Hatta, genel olarak iki taraf da içten bir şekilde kendi görüşlerinin önyargısız ve mantıklı olduğuna inanıyor.
Benzer şekilde, inançlarımıza uygun düşen bilgiyi aramak peşindeyiz ve bunlara uymayan bilgiyi de ya gözardı ediyoruz ya da reddediyoruz. Bu “doğrulama sapması” mesela, insanların, ölüm cezası gibi tartışmalı bir konu hakkında bir dizi kanıt okumalarının istendiği deneylerde defalarca kanıtlandı. İki tarafın da savlarına maruz kalsa bile, çoğu kimse kendi görüşünü destekleyen veriyi kabul edip geri kalanını önemsemeyerek veya reddederek, kanıtları kendine hizmet eden bir şekilde yorumladı. Ürkütücü olan şey şu ki, böyle yaptıklarının farkında değiller. Aynı şekilde, insanları kendi inançlarıyla çelişen yeni bilgiyle yüzleştirmek, çoğunlukla pozisyonlarını kuvvetlendirmeleriyle sonuçlandı.
Üzücü olan şu ki, önyargı oluşturduğunuzu bilmek bile tam olarak yardımcı olmuyor. “Her çeşit önyargıya yatkın olduğumu biliyorum çünkü ben bir insanım.” diyor Pronin. “Yine de, hala belli bir aşamada, bunu farkedebilmem pek olası değil.”
Benmerkezci misiniz?
Nasıl araba kullanıyorsunuz? Eğer sıradan bir kimse gibiyseniz, muhtemelen oldukça iyi olduğunu düşünüyorsunuz. Bir araştırmaya göre, sürücülerin yüzde 74’ü, direksiyon başındaki averajdan daha iyi olduklarına inanıyorlar.
Bu, tabiiki gerçeği yansıtmıyor. Eğer hakikaten kötü sürücüler bir avuç dolusu kadar değilse, herkes ortalamadan daha iyi durumda olamaz. Oysaki insanlara kendilerini herhangi bir olumlu özellik üzerinden –kabiliyet, zeka, dürüstlük, orjinallik, canayakınlık, güvenilirlilik ve daha birçoğu- puanlamaları istendiğinde, bir çoğu kendilerini ortalama üstü kategorisine dahil etti. Onlara olumsuz özellikler hakkında benzer sorular sorun, kendilerini bunlara ortalamadan daha az sahip olanlar arasında derecelendireceklerdir.
Benlikçi illüzyon, hayal gücüne dayalı olarak “ortalamanın üstü etkisi” olarak adlandırıldı. İnanılmayacak kadar her alana yayılabilir ancak genellikle hiç farkettirmeden ilerler. Şaşırtıcı bir ironidir; çoğu insan, kendileri hakkında şişirilmiş düşüncelere sahip olma konusunda, ortalamanın üstünde dirençli olduğuna inanmakta.
Sevdiklerimizle ilgili düşüncelerimizi de abartıyoruz. İnsanların ortalama yüzde 95’i, partnerlerini ortalamanın üzerinde zeki, komik, daha çekici, daha sıcakkanlı olarak oranlıyor. Ve mesela bir kutlama yemeğine katılmış herkesin de doğrulayacağı gibi, anne ve babalar evrensel olarak kendi çocuklarını daha akıllı, daha sevimli, ve gelişimsel olarak arkadaşlarından daha ileri düzeyde addeder.
Bu “ortalamanın üstü” izlenimi, özel olduğumuz konusunda kendimizi kandırdığımız bir kaç tane pozitif yanılsamadan sadece biri. Bir diğeri de, gelecekle ilgili gerçekçi olmayan beklentiler ile karakterize edilen ve iyi bilinen bir etki olan iyimserlik önyargısıdır. İnsanların pek çoğu, boşanma, hastalanma veya bir kaza geçirme ihtimallerini azımsayarak, ortalamadan daha uzun, daha sağlıklı ve daha başarılı hayatlar yaşamayı umar. Ve akıbet ne kadar çok arzulanıyorsa, (ya da ne kadar az) başlarına geleceğine (veya gelmeyeceğine) o kadar daha güçlü inanıyorlar.
Bu yanılgılar nereden kaynaklanıyor? “Olumlu Yanılsama” teorisinin yaratıcılarından, Seattle’daki Washington Üniversitesinden Jonathan Brown’a göre, her şey çocuklukta başlıyor. Brown, “Bunu, anne babalar, çocuklarını fazla pohpohlayarak kendileri yaratıyor.” diyor.
Pohpohlamak orada bitmiyor. Hayatımız boyunca dünyayı “biz” ve “onlar”olarak ikiye bölmek gibi doğuştan gelen bir eğilimimiz var. Ve birileriyle bir bağ oluşturduğunuz andan itibaren onların gruplarının bir parçası olursunuz ve insanlar kendi iç gruplarının üyelerine, onlarla bütünleşik olarak, başkalarına kıyasla daha pozitif bakarlar. Bu şekilde hepimiz, karşılıklı takdire dayalı, meziyetlerimizi gözünde büyüten, hatalarımızı görmezden gelen ve yabancılara yukarıdan bakan çeşitli topluluklara dahil oluyoruz. Birçoğumuzun kendimiz hakkında ziyadesiyle olumlu hisler içinde olması boşuna değil.
Bununla birlikte, patolojik olmadıktan sonra olumlu yanılsamalar, sağlıklı bir zihin göstergesi olarak görülüyor. Bunu korumayan kişiler, “depresif realizm” denilen, klinik açıdan karamsar olma haline daha yatkındır.
Kendinizle ilgili olan düşüncelerinizde ne kadar yanılsanız da, başkalarının sizi nasıl algıladıkları hakkında daha da fazla yanılıyor olabilirsiniz.
Herkes, başkalarında nasıl bir izlenim yarattığı konusunda merak ve endişe duyar ve birçoğumuz da ilişkilerimizi oldukça iyi yürüttüğümüzü düşünür. Aslında öyle değildir. Chicago Üniversitesinden davranış bilimci Nicholas Epley, “İnsanlar bu konuda ne kadar iyi olduklarını düşündükleri noktaya yakın bile değiller.” diyor.
Bu, tamamıyla istidatsız olduğumuz anlamına gelmiyor. Mesela eğer kendizi cömert olarak addediyorsanız, muhtemelen diğer insanlar da öyle düşünüyor. Yalnızca sizin çok hoşlanacağınız bir ölçüde değil.
Yine de , anbean ne kadar iyi etki bıraktığımızı sezmeye gelince, şaşırtıcı derecede yetersiz kalıyoruz. Bu, büyük ölçüde “sahne ışığı etkisi” denilen, yaptığınız ve söylediğiniz her şeyin başkaları tarafından yakın takibe alındığına ve dikkatle incelendiğine ilişkin yanılsama içeren inanç kaynaklıdır. Epley, “Biz kendimizin çok fazla farkında olduğumuz için, diğerlerinin de öyle olmadığı halde bizi farkediyor olduklarını düşünmek kolay olabilir.” diyor.
Sonuç olarak, herşeyi nispetsiz olarak arttırıyoruz. “Diyelim ki, üzerinize su döktünüz ve altınıza idrarınızı yapmışsınız gibi duruyor. Siz, herkesin bunu farkedeceğini zannedersiniz. Ama farketmezler çünkü dünya gerçekten sizin etrafınızda dönmüyor.” diyor Epley. İnsanlar ayrıca, duygusal durumlarının herkese malum olduğunu sanırlar ama gerçekte, bu halleri çoğunlukla anlaşılmaz.
Bu, diğer türlü de çalışır. Yaptığınız ya da söylediğiniz bir şeyin özellikle akıllıca ve hayran uyandırıcı olduğunu düşünüyorsanız, kuvvetle muhtemel, diğer insanların farkedecekleri kapsamı gözünüzde fazla büyütüyorsunuz. Çoğu zaman kavrayamazlar bile çünkü kendi egolarıyla ilgilenmekle son derece meşguldürler.
Esas problem şu ki, kendinizi çok iyi tanıyorsunuzdur. “Siz, kendiniz konusunda bir uzmansınız.” diyor Epley. “Bu, başkalarının farketmeyeceği, göze çarpmayan her türlü şeyi siz kendinizde farkedersiniz demektir. Onlar genel özellikleri görürler.”
Bu, diğer insanların ne düşündüğünü tahmin etmekte zorlandığımız gerçeğiyle birbirine karışmıştır. Epley, “Onların zihinlerine girebilmek için elimizdeki araçlar noksan.”diyor. “Davranışlarını ve yüzlerini inceleriz ve ne düşündüklerine dair bir şeyler hissetmeye çalışırız ancak davranışlar da her zaman bakış açısını yansıtmaz.”
Sürpriz bir şekilde, içgörü eksikliğimiz çok iyi tanıdığımız insanlar etrafında olduğumuzda da ortadan kalkmaz. Doğruluk payı sadece bir miktar artar. Eşinizin aklını okuyabilme yeteneğinizin, aslında evlendikten bir yıl sonra azaldığına dair kanıt bile mevcuttur. Epley, “İnsanlar aslında ne kadar iyi iletişim kurabildiklerini, bir yabancı ile birlikteyken daha iyi anlıyorlar. Partnerinizi çok iyi tanıdığınıza inanıyorsunuz çünkü onunla daha fazla zaman geçirmektesiniz. Ama gerçekte bu, doğru bir içgörüden ziyade, bir yanılgı bile yaratabilir.” diyor.
Belki de, öngörümüzün en az geliştiği alan fiziksel görünüştür. Herkes neye benzediğini bilir ancak sıra nasıl gözüktüğümüzü değerlendirmeye geldiğinde, tamamen vahim durumdayız. Mesela insanlara, bir sürü yüz arasına bir fotoğraflarını yerleştirmelerini isterseniz, eğer daha çekici gözükmesi için üzerinde oynanmışsa, onu daha çabuk bulurlar –bu da, hepimizin olduğumuzdan daha iyi gözüktüğümüzü düşündüğümüz anlamını doğurur.
“İnsanlara, ne kadar çekici olduklarına dair bir başkasının kendilerini nasıl puanlayacaklarını sorduğumuzda, ve bunları da gerçek derecelerle ilişkilendirdiğimizde, bir bağlantıya rastlayamıyoruz.” şeklinde açıklıyor Epley. “Sıfır! Bu beni hala şaşırtıyor. Yapmayın lütfen! Çekici olup olmadığınızla ilgili sağduyunuzun olması lazım. Ama öyle anlaşılıyor ki, yok.”
Kontrol Kimde?
Önemli olan, bu. Özgür iradeye sahip olduğumuz düşüncesi –eylemlerimiz ve kararlarımız üzerinde bilinçli kontrol uygulama yeteneği- insan yaşantısında derinden saklıdır. Ama fiziksel evren ve insan beyni hakkında daha çok şey öğrendikçe, bu düşünce pek akla yatkın gelmemektedir.
Bir iddia şöyledir: Her bir zerresiyle sizin beyninizi de meydana getiren evren, tamamıyla deterministtir. Şu an onun içinde bulunduğu evre, bir milisaniye, bir ay veya şimdiden bir milyon yıl sonrasının evresini de belirlemiştir. Bu nedenle, özgür irade var olamaz.
Nörobilim de devreye giriyor. Yaklaşık 30 yıl önce psikolog Benjamin Libet’in keşfine göre, eğer insanlardan gönüllü olarak bir hareket yapmalarını isterseniz, bilinçli olarak herhangi bir hareketi ortaya koymaya niyet etmelerinden önce, beyin eylemi başlatıyor. O zamandan beri benzer çizgide gerçekleştirilen deneyler, bir çok nörobilimcinin, özgür iradenin bir illüzyon olduğu sonucuna varmasına yol açtı.
Fakat çok gerçek gibi geliyor. Hepimizde bir birim hissedişi -bir şey yapmış olsak bile, diğerini de yapabilirdik ve her an bir çok sayıda farklı özgür seçeneğimiz var düşüncesi- mevcut. Fakat öyle gözüküyor ki bu, beyniniz tarafından yaratılan, ayrıntılı bir illüzyon.
Sonuç kaçınılmaz. Gerçekten yanılgı içerisindeyiz.
Araştırma Mustafa Özbey
Çeviren : Sena ERKAN
(New Scientist)
YORUMLAR