100.000 yıl önce gerçekleşen Bilişsel Devrimle birlikte, Homo Sapiens türü yeni bir şeyler öğrenebileceğini ve bu öğrendikleri şeylerle yeni şeyler yapabileceğini fark ettiler..
İletişim kurma gereğiyle birlikte gelişen dil sayesinde insanlar konuşarak ortak bir inanç etrafında örgütlenmeye başladılar.
10.000 yıl önce gerçekleşen Tarım Devrimi ile birlikte insanlar, komün topluluklar halinde yaşamaya ve yemek konusunda çok fazla çeşitlilik imkanına sahip olmaya başladılar.
Bu imkanlarla birlikte insan yerleşik düzene geçerek, evcilleştirilmiş birkaç bitki ile birkaç hayvanın boyunduruğu altına girer.
Zaten tam da bu nedenle “Biz buğdayı evcilleştirmedik, buğday bizi evcilleştirdi. Evcilleştirmek (domestikasyon), Latincedeki domus (ev) kelimesinden türemiştir. Evde yaşayan ise buğday değil, insandır.” derler.
İnsan, evlerde yaşamaya başlar ve doğal yaşamın getirdiği zorluklara nasıl başa çıkabileceğini unutur zamanla.
İnsanoğlu artık gelişmeye başlamıştır fakat bu gelişme çabası ona faydadan ziyade zarar getirir.
Önceleri doğanın en zor şartlarında dahi hayatta kalabilen insan türü, artık kapalı evlerinde oturup, buğdayın büyümesini beklemek zorundadır.
“İşte bu Tarım Devrimi’nin özüdür: daha çok sayıda insanı daha kötü koşullar altında da olsa hayatta tutmak.”
İnsanoğlu 100.000 yıldır gelişiyor, hatta son 50 yıldır yakaladığımız gelişme ivmesiyle birlikte ‘mükemmel’ bir şekilde gelişmeye devam ediyoruz.
Fakat, faydalı ve eski alışkanlıklarımızdan vazgeçme hatasına düşerek, evlerinde ölüme giden bir tür olarak; zamanın getirdiği bir doğal sonuç olduğundan mıdır bilinmez ama, vazgeçilmemesi gereken çok önemli bir gerçekten daha vazgeçiyoruz şu sıralar.
Vazgeçtiğimiz daha doğrusu bir şekilde bizlere unutturulmaya çalışılan gerçek, pek çoğumuzun bildiği bir element olan gümüş.
Yaşanan ‘sözde’ gelişimle birlikte, eski çağlardaki insanların sağlık konularında en çok başvurduğu gümüş, şu sıralar her nedense insanların görüş alanlarının uzağında tutuluyor ve pek çoğumuz için kolye, bileklik, yüzük gibi aksesuarların ötesine geçemiyor.
Lakin eski dönemlerde sağlık problemlerinin çözümünde gümüş sıklıkla kullanılan bir şeydi.
Gümüşün faydaları Jül Sezar döneminden beri biliniyordu ve Romalılar, küçük gümüş parçacıklarını yanıkları, kesikleri ve yaraları tedavi etmek için; Grekler ise şarabı su ve şarap kaplarını bakterilerden temizlemek için kullandılar.
14. yüzyıla geldiğimizde Kara Veba salgını Avrupa’da yaşayanların %25’ini katlederken, tek etkilenmeyenler çingenelerdi.
Sebebi ise çingenelerin gümüşü enjekte edilebilir hale dönüştürüp, damar yolu ile vücuda vermeleriydi.
Peki, gümüş hangi özelliğinden ötürü insanlar katledilirken, çingeneleri vebadan dahi koruyabildi?
Gümüş iyonlarının en önemli özelliği, antibakteriyel olmasıdır ve düşük toksik özelliğe sahip olduğundan dolayı, üzerinde mikroorganizmaların bağışıklık kazanamadıkları ağır bir metaldir.
Bunun yanında gümüş elementi, antibiyotik özelliği gösterir ve bakteriyel enfeksiyonlarda, yanıklarda, yaralarda, kronik ülserde kullanımı oldukça faydalıdır. Gümüş elementi kolay reaksiyona girebilen bir metal olduğundan dolayı, zehri de hemen belli eder.
Doktorlar gümüşün faydalarını biliyorlar ve hastalarına eğer sağlıklı olmak istiyorlarsa gümüş tabaklarda ve gümüş çatal bıçak kaşık kullanarak yemek yemelerini tavsiye ediyorlardı.
Zehirlenmek istemeyen devlet adamları da genellikle gümüşten imal edilmiş bardak, tabak, çatal vb. eşyaları kullanmaktaydılar.
“Ağzında gümüş kaşıkla doğmak” deyimini ve varlıklı insanlar için kullanıldığını muhtemelen duymuşsunuzdur.
Bu deyimin kökeni, insanların gümüşün iyileştirici etkisini bildiklerinden yeni doğan çocukları koruması için ağzına kaşık koymalarından gelir.
Gümüş bunun yanında, 450 tür bakterinin DNA’sını bozarak yok edebilen tek elementtir.
Vücutta bulunan sağlıklı hücrelerin hızlıca bölünerek çoğalmasını sağlayarak, günümüzde de halen görülen pek çok hastalığın yayılmasını engelleyebilen bir elementten bahsediyoruz.
Peki, ne oldu da gümüş hayatımızdan çıkarıldı? Madem bunca faydası var niçin bir şekilde vücudumuzun bu elementi almasını sağlamıyoruz?
Bu olayın çıkış noktası ta İkinci Dünya Savaşı dönemine kadar gider.
O dönem hastalıkların ve yaraların tedavisi için keşfedilen penisilin, sentetik olarak üretilmeye başlanır.
Ve böylece tıpta patenti alınmış sentetik ilaçlarla, büyük ilaç firmalarını çok zengin eden yeni bir çağ başlar. Bu şirketler patentini almadıkları hiçbir şeyi satamayacaklardır ve tabiatta bulunan maddeler de doğası gereği patentlenemezler(!).
Ve böylelikle içine doğduğumuz sistemin getirisi olarak gümüş bir şekilde hayatlarımızdan çıkarıldı.
Daha doğrusu tam manasıyla çıkarıldı demek yanlış olur, bir şekilde unutmamız ve onun yerine, firmaların ürettiği sentetik penisilini kullanmamız öğütlendi.
1906 senesinde bütün büyük ilaç şirketlerini satın alan John D. Rockefeller koloidal gümüşün ilaç satışlarının önünde engel oluşturacağının farkındaydı.
Bu sebeple Jude Abraham Felxner yardımı ile Amerika’daki tüm tıp fakültelerinde gümüş suyu konusunun işlenmeyeceği ve bu talimata uymayan tüm profesörlerin lisanslarının elinden alınacağını belirtmişti.
İşin ilginç tarafı Rockefeller, ailesinin hiçbir zaman ilaç kullanmasına izin vermedi.
Geçtiğimiz aylarda vefat eden David Rockefeller’in geride bıraktığı mirasa en çok katkı yapan sektörlerden birisi de elbette ilaç sektörü.
Manidar değil mi?
Gümüş elementi, tüm bu anlatılanlardan dolayı olacak ki bir şekilde hayatımızdan çıkarıldı.
Pek çok insan şu an için gümüş elementinin sonsuz faydalarından yararlanamıyor, çünkü bunlar bize ne anlatılıyor ne de kullanmamız konusunda teşvik ediliyor.
Aksine sürekli olarak, sentetik olarak üretilen ve patentlenmiş (!) ilaçlar satılıyor. Bakalım insanoğlu bu ilaçlara (!) daha ne kadar dayanabilecek…
Son olarak, içerisinde gümüş iyonu barındıran tek besin cevizdir.
Bu bilgilere okuyup, içinize sindiyse eğer tüketmeyi asla unutmamamız gereken en önemli besin, cevizdir.
YORUMLAR