Geçen haftaki yazımızı şu paragrafla bitirmiştik:
“Kuşkusuz dinler, tarihte sadece olumlu roller oynamamış aynı zamanda tarihin belli dönemlerinde, özellikle de toplumsal sistemin tıkandığı feodalizmin ileri aşamalarında gerici roller de oynamışlardır. Birçok iktidar, dinler sayesinde iktidarlarını sürdürebilmişlerdir ki bu da dinin, gerici rolüne işaret eder. Bu sürece nasıl gelindiği veya dinlerin olumsuz rollerine ilişkin felsefi ve siyasi eleştirilerin ilk kez ne zaman ve nasıl yapıldığı ise bir başka yazının konusudur.
Bu konuya da bir başka yazıda 'ateizmin düşünsel tarihi' olarak değineceğiz…”
DİNSEL VE BİLİMSEL DÜŞÜNÜŞ
Antropolog Malinowski, Yeni Zelanda’daki yerli kabileler üzerinde yaptığı saha çalışmasının sonuçlarını Büyü, Bilim ve Din adlı eserinde ortaya koymuştu. Bunlara ilişkin bazı önemli bulguları geçen yazılarımızda paylaşmıştık. Malinowski’ye göre insanlığın en eski tarihinde ne “dinsel inanç öncesine denk gelen bir bilimsel düşünce” ne de “dinsel inanç sonrasına denk gelen özerk bir bilimsel düşünce” ayrımı olmuştu. Malinowski eserinde, bu iki düşünce sisteminin iç içe; yani bir sarmal gibi birlikte ortaya çıktıklarına dair birçok kanıt sunmaktadır. Örneğin Malinowski, bir yerde şunları vurgulamaktadır: “İlkel insan, doğayla ve yazgısıyla ilişkisinde, bunlardan [dinsel ve bilimsel düşünce] yarar sağladığı veya birinden kaçınmaya çalıştığı ölçüde, doğal ve doğaüstü güç ve etkileri tanır; ve her ikisinden de kendisi için yararlanmaya çalışır. Eğer deneyimi ona her zaman, bilgilerle yönetilebilen faaliyetin yararlı olduğunu göstermişse, [bunun için] hiçbir çabayı esirgemez ve bilgisini ihmal etmez. Bir bitkinin yalnızca büyüyle büyümeyeceğini, bir savaşın ustalık ve serinkanlılık olmadan kazanılamayacağını iyi bilir. Kendini hiçbir zaman salt büyüye [dinsel düşünüş] yaslamaz; tam tersine, hatta zaman zaman onu tümüyle dikkati dışında bırakır; ateş yakarken ve bir dizi beceri ve faaliyette bulunduğu gibi. Ama bilgisinin ve ussal yöntemlerinin yetersiz kaldığını gördüğünde büyüye sarılır.” (s.22)
Demek ki insan zihni aynı anda, bölünmüş olmadan, hem dinsel hem de bilimsel düşünüşü birlikte yaratmakta ve kullanabilmektedir. Ya da insan düşüncesi ilk andan itibaren dinsel ve bilimsel düşünüşler şeklinde biçimlenmiştir. Aslında bunun başka türlü olması da mümkün değildir. Kuşkusuz düşünceler sıçramalarla gelişir fakat bu bile, bir bütünün parçası ve birbirine zıt iki karşıt kutbun (dinsel ve bilimsel düşünme tarzı) aynı kaynaktan çıktığının bir başka ifadesidir. Dinsel düşünüş tarzıyla neyi kastettiğimizi birkaç haftadır yazdığımız yazılarda ortaya koymuştuk. Bilimsel düşünce tarzıyla da maddi olguların nedenselliği üzerine kafa yormayı; neden ve niçin şeklinde sorular sormayı, olguların içsel bağlantılarını ortaya çıkarmayı; bilgiyi ve nedenselliği merak etmekten kaynaklanan sınırsız düşünme ve sorgulamayı kastettiğimiz çok açıktır. İlkel kabilelerde olduğu gibi modern dönemin birçok bilim insanında da dinsel düşünüşle bilimsel düşünüşün yan yana ve iç içe var olduğuna her gün tanıklık ediyoruz. Fizikçilerin yıllardır hakkında konuştukları ve üzerine tezler geliştirdikleri kara deliklerden birinin ilk kez yakından fotoğrafını çekmeyi başaran bilim ekibinin başkanı Prof. Heino Falcke, 11 Nisan 2019’da Alman Der Spiegel dergisine verdiği röportajda şunları söylemişti: “İnançla bilim arasında düşünüldüğünden çok daha fazla paralellikler var. Her ikisi de bütün bunların nedenine ilişkin bir arayış içinde. Sadece fizik, bir adım daha ilerisine giderek Tanrı hakkındaki soruyu sormaya cesaret edemiyor. İnsanın sadece doğa yasalarından ibaret olmadığına inanıyorum. Hislerim bundan daha fazlasının olduğu yönünde.”
Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi bilim insanı, her iki alanı birbirinden ayırmakla birlikte bilimin ötesinde “tanrısal bilginin” de olabileceğine inanabilmektedir...
Buradan şuraya gelmek istiyoruz: Dinsel düşünüş tarzı soyuttur ve çoğunlukla ruhsal durumlara hitap eder. Kanıtlanması gerekmez çünkü sorgulanmadan inanılmaktadır. Bilimsel düşünüş tarzı ise esas olarak somuttur (bilimin hipotezler üzerinden soyut alana el atması ayrı bir konudur); ruhsal durumla ilgili değil aklidir ve mantıksaldır. Bilimsel düşünüş tarzı somut ve birçok durumda üretim araçlarının keşfedilmesine yol açarken; dinsel düşünüş, tarihte birçok kez görüldüğü gibi yaşamsal enerji ve mücadele motivasyonu olabilmektedir. Bu iki alan, siyam ikizi gibi hem bitişik hem de birbirinin rakibidirler. Hem aynı bedenden (insan zihni) kaynaklanırlar hem de birbirine yapışık olmanın verdiği sıkıntıdan (birbirilerini engelledikleri için) dolayı birbirinin hasmıdırlar. Aralarında hem zorunlu bir eşgüdüm söz konusudur hem de birbirilerine, farklı amaçlara sahip olmaktan dolayı rakiptirler. Bilim süreç içinde, test edilemediği gibi kanıtlanamayan bilgilerden beslenen inancın alanını daraltırken; inanç ise bilimin sınır tanımazlığına ve tanrının alanına müdahale “hadsizliğine” set çekmeyi bir görev bilmektedir.
ATEİZM NEDİR
Dinsel düşünüş, bilimsel düşünüşe set çekerken kültürel gelenek ve alışkanlara yaslanır. Bunu da güvenilir bir otoritenin (büyücü, din adamı, şef, peygamber vs.) bilgilerine dayandırmaya çalışır. Bu yüzden söz konusu “güvenilir bilgi ve kanıtları” sorgulamayı gereksiz gördüğü gibi; buna yeltenmeyi kafirlikle, dinsizlikle, gelenekleri yıkmakla da itham eder. Bu andan itibaren ebedi çatışma da başlamış olur. Felsefi eleştiri, tam da bu noktada devreye girer.
Aslında ateist düşünceyi teşvik eden felsefenin kendisi olmamıştır; aksine dinsel gerekçelerle öne sürülen bilim ve mantık dışı hurafeler, zaman içinde zihinlerde “ateist düşünceyi” kışkırtmıştır. Felsefenin görevi mantıksız açıklamalara itiraz etmek ve olguların nedenselliklerine ilişkin sorular sormaktır ki ilerleyen süreçlerde bu daha da güçlü bir şekilde ortaya çıkacaktır.
Peki ateizm nedir? Önce ona bakalım. Ateist terimi Yunanca bir terim olan “atheos”tan, yani “tanrısız”, “inanca karşı” veya “tanrıya karşı” teriminden gelir. Antikçağda bu “dine inanmayan kafirlerin” suçlanmasında kullanılmış. Sonra yeniden Romalı düşünür Cicero yazılarında dile getirmiş. Sonraki çağlarda tektanrılı dinleri sorgulayan herkes ve akımlar dinciler tarafından tanrısızlıkla ve kafirlikle suçlanmışlar.
Modern anlamda ateizm, evrenin dışında yer alan ilahi bir gücün her şeyi belirlediği varsayımına yönelik köklü itirazdır. Evrenin ve tanrının birlikte ve birbirinden bağımsız olarak var olduklarını ileri süren panteist ve düalist anlayışlar da kısmen ateizmin alanına dahil edilmişlerdir.
ATEİZMİN ÜÇ KAYNAĞI
Ateizmin tarihte, hem birbiriyle ilişkili hem de birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkan üç temel toplumsal, düşünsel ve bilimsel kaynak saptamak mümkündür.
- Bunlardan birincisi, bilimsel düşünüş temelinden kaynaklanan ve olguların (doğa olayları) nedensellikleri üzerine kafa yormaktan (merak vs.) gelir. Bu daha çok bireysel ve üretim sürecinin aşamalarında görülür. Tarihin seçkin bilimsel ve felsefi eserleri bu temelde ortaya çıkmıştır. Örnek vermek gerekirse Çin (Lao Tse, Me-ti) , Hint (Uddalaka, Çarvaka), Antikçağ (Thales, Anaximander, Demokritos vb.) düşünürlerinin yanı sıra Rönesans döneminde 16. yüzyılda ortaya çıkan birçok aydın, düşünür ve filozof (Kopernik, Galilei, Kepler, Bruno vb.) bunlara örnek oluşturabilir.
- İkinci kaynağı kısmen dinsel, kısmen felsefi-siyasi nedenlerle ortaya çıkar. Yeni bir inanç sistemi, eksi inanç sistemini tasfiye ederken önemli derecede özgürlük ortamımın yaratılmasına yol açar. Dolayısıyla buradan kaynaklanan çeşitli sorgulama alanları oluşur. Örneğin, Mısır’da Akneton dönemi; İslam uygarlığı döneminde ortaya çıkan birçok Batıni akım (Karmatiler, İsmaililer, Fatimiler, Hürremiler vb.); Hıristiyan dünyasında Luther’in başlattığı Reform sürecinde de güçlü bir özgürlük ortamı oluşmuştur.
- Üçüncü kaynağı ise esas olarak felsefi-siyasi nedenlerden kaynaklanır. Egemen sınıfların, iktidarlarını sürdürebilmek için dinleri ve geleneksel kültür ögelerini kendi ideolojilerinin payandası haline getirirler. İktidarlara yönelik siyasi-toplumsal tepkiler, eski rejimleri silip süpürürken onların dayandığı dinsel kurum ve yapıları da tasfiye ederek özgürlükçü düşünceye gelişme alanları yaratırlar. Bunlar çoğunlukla modern dönemlerin devrimlerinin akabinde görülmüştür. 1588 Hollanda Devrimi, 1789 Büyük Fransız Devrimi, 1919 Alman Devrimi; 1917 Rus Devrimi, 1923 Türk Devrimi, 1949 Çin Devrimi vd.
Şimdi bunlara daha geniş ölçekte bakabiliriz.
Mitolojinin insanı ve tanrıları, en yüksek ilahi katlarda betimlemesi, onların ruh göçü üzerinden biçim değiştirdiklerini varsayması (kısmen evrimci bakış açısı) ilerleyen süreçte bilimsel düşüncelere esin kaynağı olacaktır. İlkel düşünsel evrimci tasarımcılık, bilimsel düşünceyi kışkırtırken, kuşkusuz günümüzdeki akıllı tasarımcılık, bilimsel düşünceye set çekme çabasının bir ürünü olarak yaratılmıştır.
Toplumların belli bir gelişmişlik düzeyinin ürünü olan ateist düşünce, iktidarların başvurdukları baskı ve zulme karşı bir itiraz olmuştur. İktidarların bir perdeleme işlevi olarak kullandıkları “dinin birleştirici” rolüne karşı toplum içinde dinsel geleneklere karşı da bir tepki doğurmuştur. “Din, halkı bir arada tutmak için lazımdır” tezi, ilk andan itibaren karşıt (ateist) tezlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Platon da bazı yazılarında (Kritias) “dinin toplumları birleştirmek için kullanılması gerektiği” tezini dile getirir. Günümüzde bu tezin birçok türevi vardır. İlk başlarda dinsel düşünüşe bir itiraz şeklinde ortaya çıkan bilimsel düşünüş, zamanla ateist düşünceleri yarattığı gibi dinsel düşünüşle arasındaki çatışmayı ölümcül rekabete de dönüştürebilmiştir.
Ateizm ile materyalizm özdeş olmamakla birlikte aynı düşünsel kaynaktan beslenirler. Her iki akım da insanı merkeze alır ve bir bakıma hümanisttir.
Ateizmin veya materyalist düşünce akımının ortaya çıkması, toplumsal koşulların kökten değiştiğinin de bir ifadesidir. Bir yönüyle bu, birbirine karşıt farklı toplumsal sınıfların, yani yönetenle yönetilenlerin, sömürenle sömürülenlerin, efendi ile kölelerin, ruhban sınıfı ile laiklikten yana kesimlerin ve ideolojik konumların beslendiği eğitim, sanat ve felsefenin; kısacası devletin de ortaya çıkışının ifadesidir.
TOPLUMSAL AYDINLANMA
Toplumsal aydınlanmayı teşvik eden düşünce kıvılcımları, çoğunlukla mevcut durumu (doğa koşulları veya toplumsal durumları) sorgulamanın veya bilimsel araştırmaların sonucunda ortaya çıkar. Bu düşünceler, toplumda egemen olan düşünce sistemine (dinsel düşünüşe veya geleneksel alışkanlıklara) karşı yeni ve farklı bilgi ve argümanlar sunarak materyalizmin ve ateizmin düşünsel kaynaklarını oluşturur. Bunun en belirgin örneği Kopernik’in güneşi merkeze alan yeni evren modelidir. Yeni evren modelinin ortaya çıkmasıyla bir anda yüzyıllardır süre gelen ve dinsel düşünüşün temellerini oluşturan dünya merkezli kuram çökerken ardında büyük bir ideolojik çöküntü bırakmıştır.
Bazen belli bir çağda söylenen bir söz, ileri sürülen tez, dile getirilen argüman pek de etkili olmayabiliyor. Ancak bu sözler, tezler ve argümanlar, başka bir dönemde, koşulların olgunlaştığı başka çağlarda, alışılmış düşünüş biçimlerini sarsarak muazzam devrimci düşüncelere ve gelişmelere yol açabilmiştir.
Felsefe tarihi dikkatle incelendiğinde, düşünce tarihini felsefenin iki ana akımının, materyalizm ve idealizmin belirlediğini görebiliriz. Çoğunlukla her iki arasında kesin cepheler veya hatlar bulunmaz. Materyalist düşüncenin unsurları idealist düşünce akımında boy vereceği gibi; idealist düşünce kıvılcımları da materyalist akımın bağrında filizlenip yeşerebilir. Tarihte iç içe bir şekilde ortaya çıkan bu iki akım, diyalektik (hem birbirini vareden hem de dışlayan) bir süreçte, bazen biri bazen de diğeri baskın çıkmak suretiyle felsefi düşünceyi ilerletmişlerdir. Bu yüzden ateizmin düşünsel kaynağı olan materyalist felsefe akımını saf bir halde saptamak imkansızdır.
MADDENİN İÇ-HAREKETİ
Ateist görüşler, sanıldığı gibi birkaç zeki düşünürün zihinsel çabasıyla değil, toplumsal, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin sonucunda ortaya çıkmıştır. Değişim gösteren olguların nedenselliklerini araştırmak, varlığın anlamını sorgulamak insan zihninde yaratıcı düşüncelerin doğmasına neden olmuştur. Bu süreçte ortaya çıkan önemli tezlerden biri, maddenin değişiminin nedeninin dışsal (ilahi güç) değil onun kendi iç hareketinden kaynaklandığı düşüncesi olmuştur. Bu ifadeler düşüncede bir devrimdi.
Maddenin hareketinin içsel mi yoksa dışsal mı olduğunu tartışması, yeni sorgulamalara, yeni bilimsel ve düşünsel keşiflere yol açmıştır.
Sınıfların ortaya çıkmasının ardından halk içindeki dinsel gelenek ve düşünüş, iktidarlar tarafından kurumsallaştırılarak (ruhban sınıfı) kökleştirilmiştir. Bu andan itibaren dinsel düşünüş ve dinsel gelenekler, iktidarların kullandığı araçlar haline getirilmiş; bunlar iktidarda kalmanın ideolojik payandası ve kurumlarına dönüştürülmüşlerdir. Bu aşamada materyalist düşünce ise evrenin sonsuzluğu; dünyanın (maddenin, nesnenin) bilinebilir ve aklın faal olduğu tezleri üzerinden ilerlemiştir.
Düşüncenin bilimselleşmesi; bilginin demokratikleşmesi ve toplumsal pratiğin öne çıkması ateizmin felsefi alandaki mevzilerini güçlendirmiştir. Ateist düşüncenin temelini oluşturan materyalist tez, her şeyin maddi temelinin doğanın kendisinde bulunduğu savına dayanır. Dünyanın maddi temelini elementlere (ateş, su, toprak, hava) indirgeyen düşünceler, naif olmakla birlikte felsefede çığır açıcı olmuşlardır. Bu anlayışlar, her şeyi maddenin veya onun hareketinden kaynaklanan doğa yasalarının belirlediği tezinin ilk nüveleridir.
İlerleyen süreçte ateizm, toplumda egemen olan tanrı fikrine veya dinsel düşünüşe muhalefet olarak ortaya çıkmıştır. Ateizm bazen, eski tanrıların yerini yeni bir tanrının alması şeklinde da ortaya çıkmıştır. İlk anda eski tanrıların yerine yeni bir tanrının gelmesiyle ateizmin kuvvetlendiği tezi bir çelişki gibi görünebilir fakat durum toplumsal bilinç açısından incelenince bunun hiç de bir çelişki oluşturmadığı görülecektir. Her yıkılan egemen görüşün (ideoloji ve tanrı inancı) ardından toplumda göreceli olarak bir özgürlük ortamı oluşur. Bu durum kısmen düşüncenin özgürleşmesi demektir çünkü her yeni anlayışın egemen kültür haline gelmesi belli bir zaman almaktadır ve bu da belli bir süre için düşüncede özgürlük demektir. Her toplumsal devrimden sonra nispi bir özgürlük ortamının oluşması, birbiriyle rekabet eden çok sayıda görüş ve anlayışların ortaya çıkmasının nedenidir. Sonuçta özgür ortam, kültürel iklimin demokratikleşmesi demektir.
Örneğin MÖ 14. yüzyılda Mısır firavunu Akneton, tanrılar sisteminde değişikliğe gittiğinde toplumsal alanda kısmi bir özgürlük ortamı yaratmıştı. Ya da 13. yüzyılın ortalarında Hıristiyan Papa’nın sağladığı kısmi özgürlük ortamı sayesinde büyük düşünür Roger Bacon, görüşlerini yayabilme fırsatı bulmuştur. İslam uygarlığının ilk yüzyılında, yani henüz İslam ilahiyatının bütünlüklü bir şekilde ortaya çıkmadığı çağda birbiriyle rekabet eden materyalist, ateist, deist akımların çıktığına tanık olunmuştu. Buna ilişkin daha etraflıca bilgi edinmek isteyenlere Dünyayı Değiştiren Düşünürler c.5’i öneririz.
Din, insanın sübjektif ihtiyaçlarıyla, dünyanın bilinçlere fantastik yansımasını bir araya getirir. Çünkü tarih boyunca üretim etkinliğinin bilgisiyle dinsel inançtan kaynaklanan bilgi iç içeydi. Tarihin birçok aşamasında felsefi itirazlar ifadesini, bilimsel bulgular temelinde bulmuştur. Dogma (kısmen bağnazlık) ve aykırılık-sapkınlık arasındaki gerilim (itiraz) her çağda görüldüğü gibi düşünsel ilerlemenin motoru olmuştur.
Marx’ın, “din, aynı zamanda mevcut sefalete bir tepkidir” ifadesinde de görüleceği gibi ilkçağlardan ortaçağa kadarki süreçte ortaya çıkan köle ve köylü isyanları ve dini örtü altında yürütülen yıkıcı hareketler, egemenlerin “mevcut dinlerine” karşı kendi özgürlükçü dinlerini çıkarmışlardır. Köleler ve köylüler kitapların vaadettiği öbür dünyayı, bu dünyada kurmak için ayaklanmışlardır. Kitlesel aydınlanma, söz konusu hareketlerin ve isyanların akabinde daha hızlı ve verimli olmuştur. Kitleler, mücadele içinde düşünmekte, tarihsel bilinç sıçramaları yaşamakta ve kendi kaderlerini kendi ellerine alarak özgürleşmektedirler. Bununla birlikte düşünce de özgürleşmektedir.
Dinsel düşünüş, “hakikati” baştan, incelemeden, gözlem ve deneyimin sınavından geçirmeden hakikat olarak ilan etmeyi yeğler. Bununla, bilimsel araştırma tutkusunu frenler; ve hatta frenlemekle de kalmaz, bilimsel araştırmaların güven içinde yürütülmesini de kayıtsızlığıyla tavsatır; sekteye uğratır, engeller ve insanların bilme arzusunu köreltir. Bu yüzdendir ki dinsel düşünceye yatkın insanlar, bilmenin yerine inanmayı; araştırmanın yerine iman etmeyi öne çıkarırlar.
NEHİR KENARINDA YÜKSELEN UYGARLIKLAR
Mısır ve Mezopotamya’da; Hindistan ve Çin’de nehir kenarlarında yükselen uygarlıklar, ileri düzeyde işbölümü ve üretim süreciyle birlikte çok erken bir süreçte ideolojik düzeyde tartışmaların sahnesi olmuşlardır.
Devletlerin inşası, bürokrasi, dini kurumlar, askeri erkan ve köleliğe dayanan üretim faaliyeti, ilk anlardan itibaren tartışılmaz bir ön-kabul olarak dile getirilen tanrı inancını kırılmaya uğramıştır. İnandırıcılığını yitiren “öbür dünya” tasavvurlarının karşısına bu dünyada huzur ve mutluluk arama çabaları öne çıkmıştır. Özünde tanrı inancına yönelik ilk itirazların ve şüphelerin dile getirildiği Sümer tabletlerinde, özellikle de Gılgamış Destanı’nda ifadesini bulmuştu. Aynı gelişmeyi Mısır firavunlarına ait metinlerde; Hint Vedalarında ve Upanişadlarda; Çin uygarlığının ilk düşünsel ifadeleri olan “kehanet çubuklarında ve kabuklarında” bulmak mümkündür. (Hint ve Çin metinlerine ilişkin kapsamlı bilgiler Dünyayı Değiştiren Düşünürler c.1’de mevcuttur)
İleri düzeyde işbölümü, bilimsel düşünce, yazı kültürü ve sınıf mücadelesinin çeşitli biçimleri çok erken bir süreçte materyalist ve ateist düşüncelerin filizlenmesine yol açmıştır.
MÖ 4000’li yıllarda Mezopotamya’da kurulan Sümer kent devletlerinin, yüksek düzeyde bir kültür geliştirdiklerini kil tabletlerine kaydettikleri bilgilerden biliyoruz. Aynı dönemde Sümerlerle irtibatlı bir başka uygarlık olan Mısır uygarlığı da Nil nehrinin kenarında kökleşen muazzam bir kültür yaratmıştır. MÖ 3200-2200 yılları arasında 1. ve 6. Hanedan devri olarak bilinen Eski İmparatorluk çağında devasa bilimsel gelişmeler kaydedilmekle kalmamış, metafizik alanda ayrıntılı düşünceler de geliştirilmiştir.
Yine kuzey-batı Hindistan’da Mohenjo-Daro ve Harappa bölgesinde bilimsel düşünce açısından önemli bir birikimin yaratıldığına ve bu uygarlıkların kendi aralarında düzenli bilgi alışverişinde bulunduklarına tanık oluyoruz. Aynı şekilde MÖ 2200-1800 Çin’de Hsia Hanedanı döneminde bilimsel ve teknolojik alanda büyük başarıların kaydedildiği, geçen yüzyılın başlarında yapılan kazılarda ortaya çıkarılmıştır.
Ve nihayet Fenike, Mısır ve Minos (Girit) uygarlığıyla yoğun bir alışveriş içinde olan Batı Anadolu kent devletlerinin MÖ 7. yüzyıldan itibaren ciddi bilimsel ve felsefi düşünceler ürettiklerini görüyoruz.
Elimizdeki yazılı metinlerden ve aktarılan bilgilerden hareketle, eski ilkçağ uygarlıklarının kültürel birikimini özümseyen Milet ve Atina merkezli uygarlık süreçleri, yüksek düzeyde, sistemli, bilimsel ve felsefi düşünceler ortaya çıkarmıştır.
Hem Sümer ve Mısır, hem Hint ve Çin hem de Fenike ve Batı Anadolu’da filizlenen laik düşünüşün ürünleri olan birçok kayıtlı metin, materyalizmin ve ateizmin güçlü izlerini taşımaktadır. Bunlara ilişkin elimizde çok sayıda kayıt bulunmaktadır. Sonraki yüzyıllarda bu metinlerden esinlenen birçok farklı felsefi ve düşünsel akım, çeşitli din ve mezhep ortaya çıkmıştır. Bu akım ve mezheplerin harekete geçirdiği yüz binlerce köle ve köylü hareketleri, sadece içinde yaşadıkları dünyayı değiştirmemiş aynı zamanda bugün hala güçlü izleri takip edilebilen muazzam tezler ve fikirler geliştirmişlerdir. Elimizdeki bilgileri kısa bir makalede sunmak imkansızdır.
Fakat önce dinlerin ortaya çıkışını, sonra tanrı fikri, dinsel düşünüşün insan düşüncesindeki devrimci etkisinin yanı sıra Sümerlerden başlayarak, Mısır, Çin, Hindistan, Fenike, Antikçağ; ve sonra büyük dünya dinlerinin ortaya çıkış sürecinde görülen özgürlükçü düşünce akımları ve mezhepleri; ve ardından İslam uygarlığı, Rönesans ve Aydınlanma sürecini takip ederek Fransız radikal aydınlanmacılarını, Jean Meslier, Voltaire, Holbach, Feuerbach’ın ve Nitzsche’nin dinsizlikle itham edilen görüşlerini de kapsayan geniş çaplı bir çalışmaya başladığımızı da duyurmuş olalım…
Sadık Usta
Odatv.com
YORUMLAR