GÜNÜN YAZISI

GÜNÜN YAZISI

[email protected]

Kara göründü; Türkiye'nin yeni azınlığı: Beyaz Türkler

06 Nisan 2025 - 12:47

Kendilerini “elit” niteleyen kesimin modernleşme projelerinin evrensel bir ilerleme getirdiği iddiaları da aslında kendi sınıfsal ve kültürel ve ekonomik hegemonyalarını pekiştirirken, dışlayıcı tutumlarını pek çok alanda dışa vurdukları gibi sanat ve sinemanın her alanında toplumsal kutuplaşmayı derinleştirerek göstermiştir

“Sende bu korku, bende bu doğruluk varken biz bir araya gelemeyiz.”

-Yaşar Kemal

“Beyaz Türkler” kavramı, Türkiye’nin toplumsal yapısı bakımından Osmanlı’nın son dönemlerinden Cumhuriyet Dönemi ile birlikte bugün de Türkiye’de gücün ve gücü elinde bulunduran azınlıkların analizi bakımdan ortaya konmuş en sağlam sosyolojik terimdir. Sosyolog Nilüfer Göle’nin literatüre soktuğu ve tanımladığı bu kavram 1990’larla birlikte ve özellikle Türkiye’deki modernleşme, sekülerleşme ve sınıfsal ayrışmalarla ortaya çıkan çatışmaların üzerine yaptığı çalışmalar içinde de ve akabinde birçok akademisyenin de kullandığı bir terim. Birçok kelime gibi bazı kavramların da elbette tarihi süreçleri yaratmaya dair “hareket etme” ve “hareket ettirme” güçleri vardır. “Beyaz Türkler”i hareketli kavramlar arasına sokan onun kendi konumunu belirlerken diğerlerinin de konumlarını belirleyecek kadar iktidar olma, sermaye sahibi ve eğitimli kesimi temsil ve gerisini idare edenleri tasniflemede kullanılması oldu daima. “Beyaz Türkler”i pek çok biçimde tanımlayanlar da oldu. Onları bir grup mason, Yahudi, sermayedar ya da “okumuş adam zorbalığı” biçimdeki tanımlamaların en sağlıklısını da yine Göle yapmıştır. “Beyaz Türkler”, genellikle şehirli, eğitimli, seküler, ekonomik-kültürel olarak güçlü ve ayrıcalıklı bir kesimin oluşturduğu, elit bir sınıf ya da grup Cumhuriyetin modernleşme projesinin taşıyıcı olarak görülen, devrin devrimlerini gerçekleştirmesi açısından bu misyonla görevlendirildiğine dair bir bilinçle yetiştirilen, Batılı yaşam tarzını benimsemiş ve kendilerini “modern Türkiye’nin temsilcileri” olarak konumlandıran “elit” bir tabaka. “Beyaz Türker”, Türkiye’deki merkez-çevre gerilimini anlamak için adeta bir “sosyal deney” kalıbıdır. 1970’lerden itibaren mahalleler arasına inşa edilen bir gerilim duvarından başka bir şey olmayan bu kavramın elbette “siyah”ı ve “beyaz”ı bir renk olmanın masumiyeti dışında ortaya çıkaran sınıfsal ayrımların temelindeki nedenlerin de kaynağının ne olduğunu anlamada önemli bir unsur olmuştur. “Beyaz Türkler”i bir biçimde Yahudiliği merkeze alarak ifade edenlerin “Beyaz Türk” olmanın Yahudilerin “üstün ırk” olma iddialarıyla da pekiştirdikleri için kullandıklarının da altını çizelim. Osmanlı’nın tabası değil de doğrudan hanedanlığın bir üyesi gibi davranan kesimlerin devşirme geleneğini inceledikten sonra “Beyaz “Türkler”in salt Türk ırkından oldukları konusunda da çok emin ve iddialı olmamalarını da ayrıca salık veririm.

 
Nilüfer Göle

“Beyaz Türk” kavramı, Türkiye’deki merkez-çevre gerilimini anlamak için de önemli bir çerçeve. Bu gerilim, 1970’lerde sosyolog Şerif Mardin tarafından da ortaya konmuştu. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren toplumdaki ayrışmayı günün koşullarında merkez, modernleşmeyi, sekülerizmi ve Batılılaşmayı benimsemiş ve savunan elit kesimi (Beyaz Türkleri)  temsil ederken; çevre, daha geleneksel, dindar, taşralı ve ekonomik olarak dezavantajlı kesimleri kapsamaktaydı, bugün de olduğu gibi. Göle de böylece “Beyaz Türkler”, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi olan Kemalizmin kültürel ve sosyal temsilcileri olarak tanımlamıştı. Bu tanımlama sadece ideolojik bir duruşu değil, aynı zamanda bir yaşam tarzını, sınıfsal bir habitusu ve o sınıfın estetik anlayışını da içermekteydi. Göle’nin analizlerinde “Beyaz Türkler”, genellikle İstanbul’un belirli semtlerinde yaşayan, yüksek derecede iyi eğitim almış, Batılı dillere hâkim, küresel kültüre entegre olmuş, modern sanatla, modayla, seküler yaşamla ilgili ve özdeşleşmiş toplumdaki bir grubu temsil eder. Bu kesim, Cumhuriyetin erken dönemlerinde devlet bürokrasisi, ordu ve eğitim kurumları aracılığıyla güç kazanmış, ancak 1980’ler ve sonrasında Özal dönemiyle birlikte neoliberal politikaların yarattığı değişim ve serbest piyasa etkisiyle ekonomik ve kültürel sermaye üzerinden kendini yeniden üretmiştir. Göle için bu dönüşüm Türkiye’deki modernleşmeyi ve bunu kapsayan süreci anlamak için optik bir lens görevini görmekteydi. Bu optik lensi bugün de kullandığımızda şüphesiz Göle’nin tespitleri geleceği sosyolojik olarak öngörmekte haklı çıkarmıştır. Günümüzde sadece Türkiye’de değil, pek çok benzer biçimde kapitalizm odağında şiddetli ekonomik buhranlarla değişimlere maruz kalan pek çok ülkede de “Beyaz” ve “Siyahlar” arasında merkez ve çevre diye de ifade edebileceğimiz bu söylem aynı zamanda ötekileştirme ve bir üstünlük söylemi biçimini de almıştır. “Beyaz Türkler”, kendilerini “öteki” olarak gördükleri dindar muhafazakâr, taşralılar, Kürtler ve diğer alt sınıflardan kendilerini daima ayırarak bir kimlik inşa etmişlerdir. Bu inşa süreci elbette bilinçsiz doğal bir tarih akışına bırakılmış bir süreç değildi. Bu ayrışmalarda dikkate aldıkları en keskin hatlarıysa şüphesiz sadece ideolojik olarak değil, estetik anlayışlarını da içeren kültürel mesafe ile yapmışlardı. Aslında Göle’nin de ifade ettiği gibi “Beyaz Türkler”in tarihe yön verme meyilleri aynı zamanda kuvvetli bir eleştiri aracıydı da. “Kaba” buldukları taşra kültüründen, “gerici” olarak nitelendirdikleri dindar kesimden, “tehlikeli” gördükleri etnik kimliklerden kendilerini daima her konuda uzak tutmuşlardır. Bu tavır sinemada da kendini Yılmaz Güney örneğiyle bugün de çok açık bir biçimde gösterir. Çünkü Yılmaz Güney, hem Kürt, hem taşralı, “Beyaz Türkler”in modern ve homojen kültürlerine ters düşecek kadar da muhafazakârdı. Filmlerinde, yazılarında, kitaplarında Türkiye’deki işçi sınıfının, köylülerin, ezilenlerin mücadelesini ileri süren Güney’in feodal düzenin yarattığı eşitsizlikleri, Kürt kültürünün de sömürücü yanlarını eleştirmesi aslında onu eleştiren, ötekileştiren kesimlerden çok daha açık bir şekilde kendini eleştirmesinin onu güçlü kıldığı gerçeğiyle de mücadele edememişlerdi. Elit kesimin onun gibi yaşayarak hatalarını telafi edecek ya da tecrübe ede ede doğrulara erişecek birine ne zaman, ne şans, ne de anlayış göstermeyi “İnsan Hakları” çerçevesinde saymayacak bir zihniyetin temsili olduğunu da unutmayalım. “Bir kısım” Kürt Bey’liğinden devşirme, kendini aristokrat sanan Kürtlerin de “Siyah-Beyaz” katılarak nitelendirilebileceği bu kesime rağmen,  Kürtler bu toplumun denge taşı olmuştur her zaman. Türkleri ve Kürtleri bir arada tutansa kendilerini sembolik de olsa ortak bir dine mensup sanmaları olmuştur.

Yılmaz Güney

Kendilerini “elit” niteleyen bu kesimin modernleşme projelerinin evrensel bir ilerleme getirdiği iddiaları da aslında kendi sınıfsal ve kültürel ve ekonomik hegemonyalarını pekiştirirken, dışlayıcı tutumlarını pek çok alanda dışa vurdukları gibi sanat ve sinemanın her alanında toplumsal kutuplaşmayı derinleştirerek göstermiştir. Yılmaz Güney örneğinden devam edecek olursak mesela, Göle’nin analizi bu kesimin Yılmaz Güney’e neden mesafeli ve düşmanca bir tutum sergilediğini anlamak için de bir izlek sunar. Güney’e duyulan kişisel antipatilerden çok daha fazlası onun “çevre”nin bir temsili olarak “Beyaz Türkler”in modernleşme narratifine, elitist ve “okumuş adam zorbalığı”na meydan okumuş olmasıdır da. Kemalist modernleşme projesine dayanan ve Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren etkili olan Türk Sol’u gibi en çok kendinden olanı ezen, sömüren ve etnisiteye dayalı milliyetçilk anlayışıyla var olan Kürt Sol’unu da hem birbirlerinden ayıran hem de kendi içlerinde de kutuplaştıran “Beyaz” ve “Siyah” nitelemesi toplumun her katmanında gözle görünür halini belki de tam da bugünlerde aldı. Artık çok uluslu bu toplumun teknolojiye, artan bilgi birikimine rağmen hangi bilginin ne işe yaradığı konusunda bir bilgiye sahip olmamış olduğu gerçeğinin ortaya çıkmış olması önü alınamaz biçimde çok uluslu olan bu toplumun artık her kesimden yükselen eşitlik talepleri karşısında gücün çok sık el değiştirmesinin de yarattığı deformasyonun da bir sonuç olarak Türkiye’nin yeni azınlığı “Beyaz Türkler” olmuştur… Günün hükümetini bir biçimde destekleyen bu kesimi en çok zayıflatan şey sadece öteki saydıkları sanatçılar olmadı elbette. Destekledikleri günün hükümetinin söylemleriyle meşrutiyetlerini kaybetmelerinin yanında, Devletçi ekonomiden serbest piyasa ekonomisine geçiş, eski bürokratik elitlerin yerine yeni girişimci sınıfların gelmesiyle “dönüşen ekonomi” ve eğitim ve kentleşmenin çarpık da olsa artarak Anadolu’dan yükselen yeni bir orta sınıfın yaratıldığı izlenimi de bu “Beyaz Türkler”i azınlık konumuna düşürmüş nedenler arasında sıralanabilir. Fakat bugün “Beyaz Türkler” konumunda aslında hangi kesimin durduğu sorusunun kendine aradığı yanıt bütün bunlardan çok daha önemlidir. Demokrasi? Herkesin, her kesimin kendine göresi.
 

T24 Haftalık Yazarı

Ayfer Feriha Nujen

[email protected]

YORUMLAR

  • 0 Yorum