Bazen tabiat da çok acımasızdı, ama yeryüzünde zalimlik söz konusu olduğunda hiçbir şey ve hiç kimse insanoğluyla yarışamazdı. Tabiat bile.
Anlatılana kadar aslında hiçbir şey olmamıştır.
Virginia Woolf
Uyanır uyanmaz dünyanın sesi doluyordu pencereden içeri. Elleriyle kulaklarını kapatsa, kalbi duracaktı sanki. Odadan odaya geçmek olmasa, "yaşadım" da diyemezdi galiba. Yatak odasından mutfağa kadar upuzun bir koridor… O koridoru hayatıyla yan yana getirince öyle geliyordu ona. Uzun. Upuzun. Oturup masaya, duvara çakılmış televizyonu açıyordu, her sabah ilk iş olarak. Çocukken bir yaştan sonra bütün mevsimler sonbahar olacak sanırdı. Çocukluğunda gördüğü ilk ölüm ona bunu böyle öğretmişti. Öyle değilmiş aslında. Kaç yaşında olursan ol, bir anda gelişiyormuş insanın aklındaki sonbahar meselesi. Televizyonlar da öyle diyordu. Genç insanların köprülerden aşağıya kendilerini bir anda bıraktığı haberlerde… İntihar da bir çeşit salgındı elbette. Parmaklarını biraz gevşettiğinde bütün hayat birden kayıp gidiyordu sanki elden. Yalnız yaşayanların evleri ve ormanlar ve otel odaları bunun için en ideal yerlerdi artık. Gençken onun da aklından hiç çıkmazdı kendini öldürmek. Sahi, bu denli kolay mıydı yaşamaktan vazgeçmek? Geride kalacak olan onca şey. En sevdiği yemek, en sevdiği gömlek, en sevdiği şarkı, en sevdiği kitap, en sevdiği film, en sevdiği insan, onca emek... İnsanın uzun bir yola çıkınca bile birden geri dönesi gelir evine. O ev bazen bir cehennem olsa bile. Gençken "ev" demek bazen onun için de cehennem demekti. Uyanıp televizyonu açtığı her sabah pencereden görünen o uzak yeşil tepelere bakar, hep aynı filmi izler gibi çocukluğuna giderdi. Kendini öldürmemek için direttiği günlere…
Yatılı okuldan eve döndüğü günler akşamları huysuz öfkeli bir babayla yüzü hiç gülmez bir anneyle aynı masada oturmak da ölmek gibi bir şeydi. Yatağına yatınca yüzünü dönüp uyuduğu duvarın ardında birbirlerine ağza alınmaz sözler eden komşuların karı koca kavgalarını dinlemek de. Derken, duvarı delip yüzünde patlarcasına bir tokat sesi. Ağlaya ağlaya uykusuna düşen bir kadın silueti kalırdı, uyandığında gördüğü en uzun düşün içinde asılı. Sabah uyandığında aynaya bakar, yüzünün acıdığını hissederdi. Sanki bütün gece duvara fırlatılıp parçalanan tabaklar, bardaklar onun yüzünde parçalanmış gibi hissederdi. Bütün sesler dinse bile onun içindeki sesler yükselemeye devam ederdi.
Üstelik bunlara dayanabilecek kadar dayanıklı biri de değildi. Bir insan hayatı boyunca daha kaç kez ölebilirdi ki? Böyle biri olmadığı, olamadığı için babası huysuz her şeye birden sinirlenen bir adam, annesiyse yüzü hiç gülmeyen mutsuz bir kadındı. Bütün bunlara neden doğmuş olmak sanıyordu. Çünkü aynaya ne zaman baksa yaratılmış kusurdan başka bir şey görmüyordu.
O böyle bir çocuk olarak doğdu diye, dünyaya bir başka çocuk daha getirmemişlerdi. Bir kardeşi olsaydı da yine böyle hep yalnız kalacaktı. Onlara Tanrı’nın bir armağanı olmadığını, bilakis onlara bir ceza olduğuna inanırdı. Onun böyle doğmuş bir çocuk olması yüzünden birbirlerini suçlarlardı. Oysa inançlı insanlardı. Kadere ve kazaya inanmaları gerekirdi. Çünkü inandıklarını sandıkları Tanrı bunu emretmişti. Onun için onlar da haklıydı elbette. İnsan mutsuzken hiçbir şeye inanmak istemezdi. Bir şeye inanmak için inandığı şeylerin insanı mutlu etmesi gerekirdi. Henüz on iki yaşındaydı. Gözleri her şeyi bilen birinin gözleri gibi bakardı. Bir gün her şeyi bildiğine herkesi öyle inandıracaktı ki, bakışları efendilerini kudurtan kölelerin gözlerine benzeyecekti. Yine de diğer insanlar arasında hiç şansı yoktu. Nerden bakarsan bak en kolay lokma hep o olacaktı. Bir keresinde okul bahçesinde diğer çocuklar onu yakalayıp çırılçıplak soymuş, arka bahçedeki bir ağaca bağlayıp bütün vücuduna "ben bir geri zekâlıyım" yazıp iç çamaşırını başına geçirip onu orada öylece bırakmışlardı, yağan yağmurun altında. Henüz on iki yaşındaydı. Üstelik hiçbir zaman diğerleri gibi olamayacaktı. Bunu o gün kendisi de iyice anlamıştı.
O gece de her gece olduğu gibi yatakhaneyi kontrol eden hademe kadın ilk kez koğuşu bu kadar sessiz görmüştü. Bütün çocuklar yataklarının üstünde kabahatlerini bilir gibi oturuyordu. Yataklardan biri boştu. Sanki o yatakta dün gece uyuyan çocuk o sabah ölmüştü. Yatağın boş olduğunu gören kadın diğer çocuklara "Ömer nerede?" diye sordu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor ve bazıları kıs kıs gülüyordu, birbirlerine bakıp. Bazıları arka bahçeye bakan pencereye bakıyordu, nerede olduğunu gösteren bakışlarla. Hava iyiden iyiye kararmıştı. Dışarıda rüzgâr ve dolu dolu Tanrı’nın kırbacı gibi yağan bir yağmur vardı. Bazen tabiat da çok acımasızdı, ama yeryüzünde zalimlik söz konusu olduğunda hiçbir şey ve hiç kimse insanoğluyla yarışamazdı. Tabiat bile...
Kadın, çocukların pencereyi gösteren bakışlarından ürperip korka korka pencereye yaklaştı. Ömer’i pencerenin karşısındaki ağaçta çırılçıplak ve başına geçirdikleri iç çamaşırıyla küçük ayakları yere değmez bir halde ağaca bağlı gördü. Bir anlığına donup kaldığı yerden fırlayıp yatakhaneden dışarıya attı kendini. Upuzun bir koridorda dura dura koşup bahçeye çıktı kadın. Arka tarafa döndü yönünü, soluk soluğa koştu. Yağmur, yumruk yumruk yağıyordu. Ömer’in bağlı olduğu ağaç yurt binasının tepesinden aşağıya bakan aydınlatmanın altında zamanın durduğu bir yere, bu acımasızlığın fotoğrafını herkes görsün diye sanki sadece orayı aydınlatıyordu. Kadın soluk soluğa panik içinde başına geçirilmiş iç çamaşırını Ömer’in başından çıkarıp bir yana fırlatıp attı. Bütün vücudundan aşağıya yağmur suyuyla birlikte yazılan yazılar da akıyordu. Yalnız o bembeyaz alnına yazılmış "ben bir geri zekâlıyım" yazısı alnına sinmişçesine dağılmış duruyordu. Ellerini birer yumruk gibi gözleriyle birlikte sıkıca yummuştu. Onu bağladıkları ipi ağacın etrafında deliler gibi koştura koştura çözdü kadın. İpler gevşediğinde cansız bir şey gibi yere yığıldı Ömer. Kalbi ilk kez o kadar yavaş atıyordu ki, insan henüz on iki yaşında sırtını dünyaya döndüğünde böyle oluyordu belki de. Kadın üzerindeki önlüğü çıkarıp Ömer’i sardı. Kucağına alıp bir müddet öylece çöktüğü yerde kaldı. Ömer kucağında, kadın başından omuzlarına kadar sallanıp durdu ağlaya ağlaya. "Sen şuncacık canınla kime ne yaparsın ki, sana bunu yapar bu vicdansız bebeler?" dedi.
Pencere kenarına yığılan çocukların gürültüsüyle yatılı kalan birkaç öğretmen önce yatakhaneye geldiler. "Ne bu gürültü! Ne yapıyorsunuz o pencerenin önünde, niye uyumadınız hâlâ? Hemen yataklarınıza!" Diye bağırdı öğretmenlerden biri. Çocuklar bir çekirge sürüsü gibi pencere önünden çekilip yataklarına dağıldıklarında öğretmenlerden biri pencereye yaklaştı ve neye baktıklarını görmek için dışarıya baktı. Yağmurun ve ağacın altında yurdun hademesini ve kucağında bir çocuğun olduğunu gördü. Diğer öğretmenlere yüksek sesle, "Orada bir şey olmuş!" Diyerek, yatakhaneden dışarıya koşarak çıktı. Diğer öğretmenler de önce pencereden dışarıya baktılar ve sonra koşar adım onlar da peşinden gittiler. Aralarındaki tek erkek öğretmen müzik öğretmeniydi. Kadının kucağındaki çocuğu sarılı olduğu önlükle birlikte bir hamlede kucaklayıp içeriye doğru koştu.
Onu revire götürüp bir sedyenin üzerine yatırdılar. Ateşi çıkmıştı. Durmaksızın başparmağıyla işaret parmağını ovalayan, durduğu yerde ayaklarını ve başını durmadan sallayan o çocuk hiç kıpırdamıyordu. Birer sıkı yumruk gibi kapattığı ellerini ve gözlerini açmıyordu. Açmak istemiyordu. Ona taşlar da fırlatıp atsalar, ne kadar itip kaksalar da gülen durmadan gülen yüzünü acı kaplamıştı. Çok çabuk sedyenin yanına biraz sıcak su, bir leğen ve bir havlu getirdiler. Yağmurun altında vücudundan aşağıya akan yazıları ve alnını sildiler. Hiç konuşmadan birbirlerine baktılar. "Diğerleri gibi olmamanın cezası bu olmamalı!" dedi müzik öğretmeni, öfkeyle. Ömer’in sıkı sıkı yumduğu gözlerinden aşağıya sıcak sıcak akmaya başladı gözyaşları. Sanki derin bir nefes aldığını, iç çektiğini duydular. Hademe kadın ona yeni giysiler ve iç çamaşırı getirip giydirdi. Öfkelenen müzik öğretmeni, "Yarın sabah bunun hesabını soracağım hepsinden" deyip revirden dışarıya çıktı. Birinin bir başkasını savunması, bir başkasına üzülmesi için aynı acıyı tatmış olması gerekmezdi eskiden. Revirden öfkeyle çıkan müzik öğretmeni gözleri dolu dolu odasına doğru yöneldi. Kapısını örttü. Ömer gibi hasta bir oğlu vardı. Belki de bu yüzden öfkelenmişti.
Çok sürmedi, diğerleri de toparlandılar. Hademe kadın Ömer’i kendi odasına götürdü. Kendi yatağına yatırdı. Yemekhaneye gidip bir çorba kaynattı. Yanına biraz ekmeği katık edip bir bardak suyla birlikte odaya döndü. Ömer doğrulmuş, yüzünü duvara dönmüştü. Sıkı sıkı yumrukları dizlerinin üzerinde boynunu önüne eğmiş, derin derin nefes alıyordu. Gözyaşları yanaklarından aşağıya kaynar sular gibi akmaya devam ediyordu. Küçük gözlerini örten uzun ve simsiyah kirpikleriyle süslü göz kapaklarını ağır ağır açıp kapatıyordu. O göz kapaklarını açıp kapatırken sanki dünya da durup dönmeye devam ediyordu ağır ağır. Sanki içinde bıçağı saplı duran bir yaradan kan süzülür gibi.
Hademe kadın elinde çorba tepsisi odaya girdiğinde Ömer’in doğrulduğunu görünce elindeki tepsiyi odanın girişindeki sandalyenin üzerine bıraktı. Yanına oturup elini omzuna attı. Ömer diğerleri gibi değildi. Hiçbir zaman da diğerleri gibi olmayacaktı. Yarın, öbür gün, bir sonraki gün hatta yaşarsa bir yüz yıl sonra bile. Kimsenin ona dokunmasını istemezdi. En güvenli, en sevgi dolu dokunuş bile onu ürkütür, rahatsız ederdi. Ona dokunan annesi bile olsa. Böylece çekiverdi kendini kadının elinin altından biraz daha geriye doğru. Sanki konduğu dala taş atılınca birden kanatlanıp uçan bir çam serçesi gibi.
Hademe kadın yastığının altına doğru uzanıp kapağından sayfalarına kadar pek çok kere tekrar tekrar okunmaktan yıpranmış incecik bir kitabı çıkarıp ona doğru uzattı. Ömer o an ders kitapları dışında ilk kez bir başka kitap görmüştü. Kıpkırmızı gözleri, yağmurdan ve ağlamaktan ıslanıp al al olmuş yanaklarıyla ağzını tebessümle gerip başını sağ omzuna doğru eğdi. Kitabı eline aldı. "Biliyor musun?" dedi kadın, "Çok eskiden bir kitapta okumuştum. İnsanlar onu da çok dışlıyor diye o kitabı yazan adam şöyle demiş: "İnsanlar kötüydü, kitaplara sığındım."
Dili çözülüverdi sanki birden Ömer’in. "Ben bu kitaba sığabilir miyim?" diye sordu. Hademe kadın gülerek, gözleri dolu dolu sesini duyduğuna sevinerek, "A çocuğum, sen şuncacık canınla her yere sığarsın tabii ya" dedi. Ömer kitabı kadına uzattı. "Oku" dedi. Oturduğu yataktan aşağıya akan ayaklarını toplayıp sağ yanına doğru yattı. Gözlerini yumdu. Hademe kadın şöyle dedi: "Bu kitabın adı Küçük Prens." Kadın kitabı biraz okuduktan bir süre sonra Ömer yorgunluğuna yenildi ve uykuya düştü. Ömer asperger sendromluydu. Ezelden ebede de hep öyle kalacaktı. Bazı renkler, bazı kokular, bazı sesler elini ayağını kırıverirdi birden. En uzağındaki kavganın bile içindeymişçesine savunmasız kalırdı. Kötü bir şeye şahit olsa, kaçamaz canını kurtaramazdı. En derin uykuda bile çevresindeki bütün sesleri duyabilirdi. Her şeyi aklıyla kavraması gerektiğine inanırdı, oysa Ömer her şeyi kalbiyle görür, kalbiyle duyardı. Zaten bu yüzden diğerleri gibi olamıyordu.
O sabah uyandığında bir daha o yatakhaneye girmedi. O dersliğe, o yemekhaneye. O sabah hademe kadın merdivenden düşüp öldü. O sabah bir daha bazen ona da cehennem olan eve dönmedi bir daha. Annesi ve babası boşandı. Her ikisi de onu istemedi. O sabah Ömer son kez çıktı yatılı okulun bahçesinden dışarıya. Sırt çantasında pijamaları bir çift terlik ve Küçük Prens’le birlikte siyah plakalı beyaz bir arabaya bindi. Arkasına bakmadı bile. Bir devlet yurduna yerleştirildi. Ona benzeyen çocuklarla birlikte uyuyup uyansın diye. Ne kadar büyüse de tek başına yemek yemeyi hiç öğrenemedi. Annesini de babasını da bir daha hiç görmedi. Yirmi yedi yaşına geldiğinde bir hastanede çocuk psikologu olarak işe başladı. Pek çok çocukta hep kendi çocukluğunu gördü. Evinden işine, işinden evine gide gele büyüdü, yaşadı, kendini öldürmemek için başkalarının ölümüne engel oldu. Ama bir gün artık yaşlanıp bir köşeye çekildiğinde her sabah aynı saatte uyanmaya devam ederken televizyonda hep aynı haberleri duymaya başladı. Duvara çakılı televizyonun sesiyle dalıp gittiği yerden kaldırdı başını. Çalan telefonu açtı. Arayan yurt günlerinden bir arkadaşıydı. Şöyle diyordu: "Geçen gün benden para isteyen o yaşlı yazar vardı ya. Gerçekten de kötü durumdaymış. Keşke İstediği parayı ona verseydim. Adamı evinde ölü bulmuşlar. İnanır mısın Ömer, açlıktan bakımsızlıktan mı öldü yoksa intihar mı etti kimseler bilmiyor bunu. Bunu düşüne düşüne geceden beri içim içimi yedi. Adamın öldüğünü duyunca kalbimin paramparça olduğunu hissettim. Doğru söylüyormuş gerçekten. İhtiyacı varmış o paraya. Oysa çalıştığı editör onun herkesi suistimal eden alkolik bir şizofren olduğunu söylemişti bana. İnsanlar ve hayat neden bu kadar acımasız?" Diyordu. Ömer henüz on iki yaşında tatmıştı bu acımasızlığı. Telefonun ucunda çaresizliği ve vicdan azabını tatmış olan arkadaşına şöyle dedi:" Üzülme. Bundan tek başına sorumlu değilsin. Nasılsa unutursun sen de ve sonra dersin ki: hayat güzeldir, yalan bile olsa." Sonra kendi kendine konuşan birini dinler gibi televizyonun sesini açtı. Elleriyle kulaklarını kapatmadı üstelik. Elleriyle kulaklarını kapatsa, kalbinin duracağını sanırdı.
YORUMLAR