Ne saçma bir başlık! Muhtemelen size de çok garip gelmiştir.
Peki, neden saçma olduğunu düşündünüz? Hayır, psikolojik etmenler üzerine tahmin yürütmenizi beklemiyorum kesinlikle. “Adam delirdi herhalde”, “Hep evde oturduğu için böyle şeyler söylemeye başlamış”, “Geçen gün Kadıköy’de bir duvara pasaport resmi çizerken görmüşler, ay yazık be, Allah kimseyi gördüğünden ayrı koymasın!” gibi şeyler düşünüp dile getirmenizi istemem ayrıca. Henüz o aşamada değilim neyse ki!
Başlıktaki ‘niyetin’ anormalliği, bizatihi böyle bir niyetin ‘dile getirilmesi’ ve yazıya başlık yapılmasıyla ilgili, öyle değil mi? Neden sabah bir suç işlemeye karar verdin be adam? Ne yapacaksın? Peki bunu neden ilan etme ihtiyacı hissettin? Suç işlemek artık olağan mı? Hele ki şu son soru! Suç ya da kabahat nasıl olağan karşılanır! Eğer olağansa, nasıl suç kavramıyla ilişkilendirilebilir. Tövbeler olsun, yazdıkça daha da garip görünmeye başladı sözcükler.
İnsan, bir suç işleme niyetini ya da bir başkasının suç işleme, hukuka, anayasaya aykırı davranma kararını, nasıl ‘sıradan’ bir durummuş gibi algılar?
Herhalde tek bir yanıt verebiliriz bu soruya: Eğer hukuk kuralları buna izin vermemekle birlikte, temel ilkeleri askıya alınmış bir anayasa ve kâğıt üzerinde kalmış bir hukuk sistemi söz konusuysa, mümkündür. Mevzuat ile siyasal/toplumsal gerçeklik birbirine taban tabana zıtsa. Anayasa terminolojisindeki karşılığı, nominal-sözde anayasa, mevcutsa. Ve tabii ardından şunu eklemeli: Böyle fantastik bir hukuksal/siyasal düzen, ancak kendisini yurttaş zanneden ancak ‘yurttaş olamamış’ milyonların yaşadığı bir yerde var olabilir!
Reklam
Böyle rejimlerin başat niteliği, herkesin bildiğini milyonuncu kez yinelemek gerekirse eğer, ‘korkutmak’ ve ‘alıştırmaktır’. Her ne yapılırsa yapılsın, yadırganmamasını, en rahatsız edici işlerin ‘normal’ kabul edilmesini sağlayarak. Alışmayan, alışmayı reddedenlerinse sesini keserek.
Hadi şimdi vicdanınızı bulup elinizi üzerine koyun ve şu soruya yanıt verin, verelim: Halihazırdaki koşullarda, genç bir insana, hukuk kurallarına uymanın ‘erdemi’ üzerine önerilerde bulunmanın anlamı var mı? Muhtemelen (benim gibi enayiler dahil) bir kısmınız “Elbette var”, diyecek. Kabul.
Bir kurala uymanın ya da uymamanın, kuralın niteliğiyle ve uymanın ya da uymamanın muhtemel sonuçlarıyla ilgili yanları vardır. “Kural şu içerikte olduğu için ona uymak erdemdir”, denilebileceği gibi, “Kural şu şu toplumsal ya da bireysel menfaati sağlamaya yöneldiği için ona uymak gereklidir”, gibi varsayımlar mevcuttur. Bir de üçüncü ve pek katır kutur olan var tabii: “Kural varsa uyulur!” Kurala yönelik sadakatin/zorunluluğun nedeni bu varsayımlardır. Yüzyılların birikiminden süzülmüş, ilke halini almış varsayımlardan söz ediyorum.
Takdir edersiniz ki, bu devirde örneğin ‘kölelik’ yasası çıkarsanız, hiç kimseyi köleliğin kendisi için yararlı bir ‘konum’ olduğuna kolayca ikna edemezsiniz. İlkelerin, kuralların, yasaların; hem yurttaşa olumlu bir vaadi vardır hem de o yurttaşın toplum yaşamı için gerekli bir takım sınırlamalara uymaya ikna olması gerekir. İnsanın, yaşamı boyunca, çok sayıda kurala uyarak yaşıyor oluşunun anlamı ve değeri budur. Trafik ışığına, kendi çıkarı ve kamu düzeni için uymak zorundadır. Bir karayolundaki asgari ve azami hız sınırlarının mantığı budur. Ancak çevreyolunda azami hızı 25 kilometre olarak belirlerseniz, hiç kimse bu kurala uymak istemez, sürücüler aklını yitirdiğiyle kalır. Hal böyleyken, sınırlar ve kurallar, makul, açıklanabilir, anlatılabilir olmalıdır. Eğer bir sadakat umuluyorsa.
Günümüzde, klasik demokratik sistemlerde kabul gören tüm ilke ve kurallar, çok uzun asırlar boyu verilen mücadele, savaş ve çıkar-sınıf çatışmalarının sonucunda varılan uzlaşmaların ya da kabullenmelerin vücut bulmuş halidir. O ‘sonuçlar’, birer ilke ve hüküm olarak anayasalara girmiştir. Anayasalardaki temel hak ve özgürlüklerin işlevi, devlete karşı yurttaşı korumaktır. Güçsüz olan yurttaştır, devlet değil. İlkeler, yurttaşı korurken ona bazı sorumluluklarını olduğunu da hatırlatıp sınırlar getirir. Türkiye’de hâkim olan genel kanının aksine, devlet yurttaş için vardır. Yurttaş devlet için değil. Devlet adı verilen, tarihsel olarak hayli yeni ve farklı nitelikleri iç içe geçen karmaşık örgütlenme, hükmettiği insanların onayı ve emeğiyle var olabilir. Türkçesi, dayak yiyen yurttaş, kendi vergisiyle yer o dayağı.
Daha sonra, düşünce özgürlüğü konusunda kaleme almaya çalışacağım yazıya bırakıp daha fazla uzatmıyorum kuramsal gevezeliği. Özetle şunu anlatmaya çalışıyorum: Demokratik anayasal sistemin var olabilmesi, hazırlanırken demokratik ve eşitlikçi olmasına özen gösterilen sıkıcı ve boğucu kurallar ve ilkeler bütününe uymakla mümkündür. Sistemin işlemesi ‘yurttaş onayı’, o onay ise iyi kötü ‘iknayı’ gerektirir.
Yeniden karşılaşma ihtimalimiz olan o genç insana döneyim. Halihazırda, “Sevgili arkadaşım, düşüncesini beğenmediğin insanın kanında duş almayı talep edemezsin, toplumsal-ahlaki-dini ve ‘hukuksal’ normlar buna izin vermez”, demenin ne anlamı var? “Yo, hiç de öyle değil, onların kanında banyo yapmak istediğimi söylerim, kime ne?!” derse, yanıtınız? “Vergi ödemelisin!” Neden? Ödemeyenler var. Af çıkmıyor mu her seferinde. “Evini kurallara uygun yapmalısın”. Saçma. Günü gelince öderim cezayı, sorun ne? Sabaha kadar örnek saymak mümkün değil mi?
Muhtelif hak ve hukuk ihlalleri herkesin gözünün içine baka baka yapılıyorsa ve müsebbipleri hiç bir bedel ödemiyorsa, kime hangi gerekçeyle ‘kurallara uymayı’ salık vereceksiniz?
‘Saçma’ yazı başlığımın gerekçesi, bir arkadaşımın gönderdiği köşe yazısının düşündürdükleri. Eskiden amiral gemisi olup kısa sürede filikaya dönüştürülen bir havuz gazetesinin hükümet komiserlerinden biri (sakallısı değil, yalnızca bıyıklı olanı), AYM’nin imzacı akademisyenler hakkında verdiği karar üzerine yazmış. Önemli bir düşünce insanı olduğu ve elbette anayasa hukukuna da hakimiyeti nedeniyle, kararı değerlendirmiş. Herkesin her şeyi yapabileceğini düşündüğü bir memlekette olağan bir davranış. İçerikle ilgili yazmayacağım, hayat o kadar uzun değil! Yazının bir yerinde, alt derece mahkemesinin AYM kararına uymama ihtimali olduğunu, burnuna bu yönde kokular geldiğini söylüyor. Malum, bu hükümet komiserlerinin burnu mübarektir. Koku geliyorsa boşa değildir.
Aynı köşeci, 31 Mart seçiminden önce de, Erdoğan’ın seçim taktiği olarak ‘kamplaştırma’ siyaseti uygulayacağını yazmış. Sevgili Ünsal Ünlü’nün sabah programında duymuştum bunu da.
İşte söylemek istediğim bu, değerli okur. Bir AYM kararına uyulmama ‘ihtimali’ nasıl da rahat dile getiriliyor! Bir devlet başkanının, seçim propaganda yöntemi olarak ‘kamplaştırma’ siyaseti uygulayacağı, ha keza. Alıştık değil mi? Alıştırıldık. AYM kararına uymamak? Eh olabilir, ne var bunda? İyi de AYM kararı bağlayıcı değil mi? AYM, uzun süre sonra ilk kez bir mahkeme olduğunu ve bir anayasanın varlığını hatırlayıp verdiği (tabii sekiz kişiden söz ediyorum, diğer sekiz kişinin anayasayla bir ilgisi yok ne yazık ki!) kararının sonunda şöyle mi diyor: “Vallahi ben ihlal buldum ama siz kafanıza göre takılın artık, uyarsınız, uymazsınız, sizin bileceğiniz iş”. Allah Allah! İlk derece mahkemesinin karara uymama lüksü var mı? Anayasayı yok sayma? Nasıl bu denli rahat yazılabiliyor peki? AKP’nin sevimsiz özgül ağırlığı, bir büyükşehir belediye başkanı için “Parsel parsel sattı”, dedikten sonra, nasıl hiçbir sonucu olmadı? Nasıl herkes hayatına kaldığı yerden devam edebildi? Nasıl olup “Allah affetsin”, ifadesi bu kadar rahat kabul gördü?
Bu satırları okuyanlar, ortalık yerde “Ben yarın bir markete gidip sebze meyve aşırmayı düşünüyorum”, dese, hayatına kaldığı yerden devam edebilir mi? En naif örnekleri özelikle veriyorum. Asıl örnekler öyle naif filan değil. Ya da ben bir gün Diken’de, “Bizim bir arkadaş var, iki üç kişiyi boğazlayıp evinin arka bahçesine gömdü”, diye yazsam, sizler okuduktan sonra, “Ya ne acayip tipler var, herifin arkadaşı birilerini boğazlayıp bahçesine gömüyormuş kerata”, der ve diğer haberlere mi geçersiniz?
Durumun akıl dışılığını anlatabilmek için yeteri kadar saçma örnek verdiğimi tahmin ediyorum!
Söz konusu bıyıklılar sakallılar önemli değil. Bir gün böyle yazarlar, ertesi gün öyle. Zamanında ‘muhterem hocalarına’ saygı duyan, kahraman savcılarını sahiplenen insanlar, Ahmet Kaya için “Şerefsiz” manşetini atmışlardı. Yıllar sonra ‘yav yanlış oldu yav’ dediler. Üç beş yıl sonra ‘yav akademisyenlere de haksızlık edildi yav’ derler, kuşkunuz olmasın. Boş verelim…
Önemli olan, yazılarındaki, davranışlarındaki rahatlık. Hukuk ihlallerini ve ihlal ihtimallerini pervasızca olağanlaştırmaları. Aynı pervasızlığın tüm memlekete sirayet eder hale gelmesi. AYM kararına uymayabilirmiş! Aaa hadi be, tamam o zaman!
Değerli okur, yazının başlığını okuyunca vermeniz gereken medeni tepki, “Delirdin mi be adam, sen ne zırvalıyorsun!” olmalı. Fakat müsaadenizle, bu, yalnızca o başlığı yazan bana vermeniz gereken bir tepki değil. Eğer yurttaşsanız. Değilseniz, can sağlığı…
Teşekkür: A.Ü. DTCF Tiyatro Bölümü hocaları, AYM kararına destek açıklaması yaparak, meslektaşlarının ‘dönmesini’ talep etti. Yanlış bilmiyorsam şu ana dek üniversitelerden bu yönde yapılmış ‘tek’ açıklama. Kendilerine teşekkür ederim.
Murat Sevinç DİKEN
YORUMLAR