Doğada bazı şeyler var, gözle görünmez elle tutulamazlar ama orada olduklarını biliriz.
Örneğin elektromanyetik radyasyon. Biz onun sadece minik bir bölümünü, ışığı görürüz ama o çok daha geniştir, cep telefonlarımız onun sayesinde haberleşir, teleskoplarımız ve mesela MR cihazlarımız onun sayesinde ‘görür.’
Öte yandan bir de varlığından neredeyse herkesin kesinkes emin olduğu ama aslında doğada olmayan, insan zihninin ürünü olan şeyler var. Bunların başında zaman geliyor.
Kızdınız belki ama öyle: Doğada zaman diye bir şey yok; zaman sadece bir ölçü birimi. Doğada ‘metre’ diye bir şey de yok; onu da biz insanlar mesafeyi ölçmek için bir kolaylık olarak uydurduk.
‘Ama zaman geçiyor, bak İsmet sen de yaşlanıyorsun işte’ diye düşünüyor olabilirsiniz. Doğru söylüyorsunuz, hepimiz hayatımızın her anında zamanın geçtiğini iliklerimize kadar hissederiz. Ama işte tam da bu: O zamanın nasıl geçtiğini ölçmek için bulduğumuz şeyin adıdır ‘zaman’ zaten.
Albert Einstein, ‘Zaman sadece saatlerin ölçtüğü şeydir’ demişti bir vakitler.
Ne demek ‘saatin ölçtüğü şey’? İki olayın meydana gelişi arasında geçen süre.
Kafanız karıştı değil mi? Hatta saçmaladığımı, kendi kuyruğunu kovalayan bir kediye benzer şeyler yazdığımı düşündünüz.
Hepimiz zaman yolcusuyuz
Biraz daha kafanızı karıştırayım: Belki şu an bir bilim insanı, bilgisayarının başına oturmuş, uzaydaki James Webb Teleskopundan gelen görüntüleri izliyor. Baktığı görüntü, belki de bundan 10 milyar yıl öncesine ait.
Bir dakika ama: Şu an bakıyor ve bundan 10 milyar yıl öncesini görüyor. Nasıl oluyor?
Aslında o bilim insanı özel değil. Hepimiz onun gördüğüne benzer durumları yaşıyoruz. Kafanızı kaldırın, gözlerinizi kısıp kısa bir süre için güneşe bakın. Aslında zamanda yolculuk yaptınız, gördüğünüz güneş 8 dakika öncenin güneşi. Gece vakti yıldızlara bakın, gördüğünüz çok zaman öncesine ait yıldızların ışığı. Aynaya bakın. Gördüğünüz saniyenin katrilyonda biri önceki haliniz.
Zaman daha mı yavaştı?
Haberi birkaç gün önce 10Haber’de de çıktı, Avustralyalı bilimciler uzun yıllara dayalı gözlemleri sonucu zamanın evrenin başlangıç aşamalarında bugünkünden 5 kat daha yavaş işlediğini ‘bulmuş.’ (Meraklısına bilimsel makalesi de burada.)
Aslında bu iki bilimci Albert Einstein tarafından zaten tahmin edilen ve söylenen, başka bilimciler tarafından daha önce kısmen kanıtlanan bir şeyi çok daha hassas biçimde ölçmeyi başarmıştı. Ama üniversiteleri ve kendileri, artık dünyamızda her şey kamuoyu önünde bir popülerlik yarışması gibi yaşandığı için bu önemli bilimsel ilerlemeyi, ‘Zamanın yavaş gittiği kanıtlandı’ gibi sansasyonel bir başlıkla duyurmayı tercih etmişti.
Ben bu başlıkları görünce, ‘Acaba’ diye düşündüm, ‘Evrenin başlangıcında kütle çekim kuvveti daha güçlüydü ve ışık hızı da buna bağlı olarak daha mı yavaştı?’
Hayır, makalede buna ilişkin bir şey söylenmiyordu. Tek söylenen, evrende geçmişe ve daha geçmişe doğru baktıkça, oradan gelen ışığın bize ulaşma hızının yavaşladığıydı. Mesafeyle ilgili bir şeydi bu, ışığın hızıyla ilgili değil.
Oysa evrenin her yerinde ve her dönemde sabit olduğunu kabul ettiğimiz ışık hızının kendisinin yavaşlaması fena bir fantezi değil. Kara delikler ışık hızının durdurulabildiğini gösteriyor; güneşimizin çekirdeğinden yola çıkan bir ‘foton’un (ışık parçacığı) güneşin önce yüzeyine kadar çıkabilmesi, sonra da bu dev yıldızın çekim gücünden kurtulması bir hayli ‘zaman’ alıyor, bunu da biliyoruz.
Ama hem kara delik örneği hem de güneşteki foton örneği, ışık hızının gerçek manada yavaşlaması anlamına gelmiyor, Albert Einstein’in genel görelilik denklemlerinde anlattığı kütle çekim etkisinin gücünü anlatıyor.
Zaman geçmez, entropi artar
Neyse, ben konuma döneyim. Nasıl zaman diye somut bir şey olduğuna ilişkin bir inancımız varsa bir de zamanın okunun hep ileriyi, geleceği gösterdiğine dair bir inancımız da var.
Peki sahiden zaman ileriye doğru mu akar? Aslında buna ilişkin elimizde reddedilemez bir kanıt var, hem de neredeyse 200 yıldır var: Termodinamik kanunları bize bazı geri döndürülemez süreçleri anlatır. Masada bilgisayarımın yanında duran kahve bardağına elim çarpar, bardak yere düşer ve kırılır. Yerde param parça duran bardağın bir filmi geri sarar gibi yerden sıçrayıp masanın üzerinde yeniden bir araya geldiğini doğada hiçbir zaman göremeyiz. Bu örnek bize zamanın hep ‘ileri’ doğru gittiğini gösterir.
Ama bu da bir yanılma aslında. ‘İleri’ doğru giden şey ‘zaman’ değildir, termodinamiğin ikinci kanununda anlatılan entropidir. Biz, bir sistemde entropinin artmasına bakarak ‘Zaman da ileri doğru gidiyor’ deriz. Yaşlanmak örneğin, vücudumuzu oluşturan atomlar içinde entropinin artmasıdır; enerji harcandıkça hücrelerimiz ve bizi oluşturan moleküller arasında ‘düzensizlik’ artar, o hücreler eskisi gibi çalışmamaya başlar.
Evrende madde ve enerji bulunduğu sürece entropi de olacak. Dolayısıyla saatlerin ölçtüğü zaman da bulunacak.
Eğer ‘zaman’ diye fiziki bir gerçeklik olsaydı, imkânlar da sonsuz olurdu
İnsanlık çok uzun bir zamandan beri ‘zamanda yolculuk’ fantezileri yapıyor. Zamanda geçmişe doğru yolculukta sorun yok, bunu her gün ve her an yapıyoruz zaten. James Webb Teleskopunun yukarıda koyduğum görüntüsü mesela bundan 13,5 milyar yıl önceye ait. Bakın ve zamanda yolculuk yapmış olun.
Ama diyorum ya, zaman diye fiziki bir gerçeklik yok. O bir ölçü birimi sadece. O yüzden zamanda yolculuk yapmak da sadece o mezuranın ilk satırlarına bakılabildiği kadar mümkün. Peki ama mezuranın daha hiç bakılmamış, çünkü oraya konmamış bölümleri, yani bir de gelecek var. Oraya bakmak ise mümkün değil.
Sizin ‘zamanda ileri sıçrayacağınız’ fikri de bir illüzyon, yanılgı. Diyelim ki uzayda bir ‘solucan deliği’nden geçme imkanınız oldu. Siz çok uzak bir mesafeyi sizin açınızdan görece kısa bir sürede kat ettiniz ama geleceğe gitmediniz aslında. Sadece geride kalanlar açısından daha uzun bir zaman geçti, siz ise bu süreyi birkaç saat olarak yaşadınız.
Bu konu Interstellar filminde çok güzel anlatılıyordu. Karadeliğe çok yakın olan ve çok hızlı hareket eden aşağıdaki gezegene inenler açısından birkaç saat geçiyordu ama uzak yörüngedeki uzay gemisinde 25 yıl geride kalıyordu.
Zamanda geleceğe yolculukla ilgili imkansızlık, dediğim gibi zamanın fiziki bir gerçeklik olmamasından kaynaklanıyor.
‘Ne içindeyim zamanın…’
Peki ya bizim ‘zaman’ algımız doğru olsaydı, yani zaman diye bir fiziki gerçeklik bulunsaydı?
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında’ diye başlayan şiirinde söylediği gibi ‘Yekpare geniş bir anın parçalanmaz akışında’sına erişim şansımız olabilirdi. Yani zaman önümüzde düz bir çizgi gibi uzanır, eğer biz gerekli teknolojiye sahipsek bu zaman çizgisinde istediğimiz noktaya istediğimiz an erişirdik. Yani evrenin geçmişine de geleceğine de gidebilirdik.
Tabii böyle bir şey olsaydı ortaya çıkacak paradokslarla ilgili (birisi dedemi öldürse ben olur muyum vs.) de çok geniş bir bilimsel ve edebi külliyatı var insanlığın.
Takyonlar, gravitonlar
Bazı fizikçiler, ‘zaman’ diye bir fiziki gerçeklik olduğunu düşünüyor, bu fiziki gerçekliğin de ‘takyon’ adını verdikleri kuantum parçacıklarıyla ortaya çıktığını varsayıyor. Zaman zaman bilim kurgu roman veya filmlerinde ‘Takyonik parçacık saptandı’ gibi sözlere tanık oluyor olabilirsiniz, bu parçacıkları uzun zamandır arıyoruz ama henüz varlılarını ima eden bir şeyle karşılaşmadık.
Çok sayıda fizikçi, kütle çekiminin de Einstein’ın söylediği gibi salt bir ‘etki’ değil fiziki bir gerçeklik olduğunu, ‘graviton’ adını verdikleri parçacıklarla ortaya çıktığını söylüyor. Henüz buna ilişkin bir kanıtımız da yok.
Kütle çekimi ve hız, hız ve zaman birbirlerinin türevi şeyler. Şimdilik bilim Einstein’ı yanlışlayan bir şey bulamadı, aksine hep doğruladı. O yüzden zaman konusunda da onun söylediğini dinlemek en doğrusu: Zaman, saatin ölçtüğü şeydir.
YORUMLAR